26 Eylül 2010 Pazar

yeni birseyler oluyor


geçende durup dururken fark ettim, son bir yıldır yaptığım bir dolu şeyi, ondan önceki yıllarda yapmadığımı. Eveligün anneme doğru yanaşırken, elimde bir bardak soğuk süt; "30'umda süt içmeye başladım ben de ha..." deyiverdim. Üst üste satın aldığım bir kaç topuklu ayakkabı da gözümün önünden tıkır tıkır geçince, evet itiraf ediyorum; "Noluo lannn!" durumu oldu. Önceki gün de takside giderken bir baktım bir liste yapmışım, Yıldız-Metrobus arasındaki mini yolda. 30'la gelenler oldu listenin adı. Ama bir dakika, bunun 30'a girdim, amanin da yaslaniyorum kırışıyorum mızırdanması olmadığını kalıncana fosforlayayım ki yanlış anlaşılmalar olmasın. İşte son bir yılın / bir buçuk da olabilir 'yenilik' bilançosu:

* Yıllardır istediğim fotoğraf derslerini aldım
* Ne hikmetse tırnaklarımla boğuşmaktan bıkıp manikür - pedikür yaptırmaya başladım
* Düzenli spora (evet bir ara yine vardı aslında ama...) - yüzmeye- başladım
* Topuklu ayakkabı satın almaya başladım, ömrümün en yüksek topuklu ayakkabısını geçtiğimiz ay aldım ve işe bile giydim...
* Bir süredir her gece süt içiyorum
* İlk defa bu sene ciddi ciddi ehliyet alma planları yapmaya başladım, ilk kez ciddi ciddi araba almayı hayal eder oldum.
* Yemek yapmaya, tarif toplamaya daha bir meraklı oldum. Canım sürekli yemek pişirmek istiyor.
* eeeehmm e tabii tum bunlar olurken nişan yuzugu tasimaya da baslamis olmam var.
Sanki daha bile coktu ama bunlar cikti simdilik. oh oh suyundan da...

12 Ağustos 2010 Perşembe

Patlıcanlı salataya takıldım!


Herşey 'yaz sıcaklarında ne yesek de midemize oturmasa' temalı bir haber hazırlarken başladı. Ne zamandır mutfağa girdiğim aralarda dilimin ucundan geçen yemeklerin en idea
l tarifleri için yemek blogları arasında gidip geliyordum. En son Cafe Fernando'dan Cenk Sönmezsoy'un basitçe yapılan (ama çok limon gidiyor!) naneli limonatasını denemiştim. Pek de güzel oldu. 3 gün arayla 2 kere tazecik ve lezzetli limonatalar yaptım; kendime, teyzeme ve sevgilime.
Dün yemek yazarlarından yazlık yemek görüşleri toplarken, daha önce Şerbet ve Hoşaf kitabı hakkında yazdığım ve yazı üzerine mailleştiğimiz öykücü&yemek yazarı Elif Ayla kendi patl
ıcan salatası tarifini verdi.
Daha yazıya dökerken bile ağzımı sulandırdı tarif, ilk fırsat olan bu gece de uygulamaya koyuverdim. Burayı ne zamandır üşengeçlik sardığından, patlıcan salatamı ölümsüzleştirdim. Tataaaa, ve işte şimdi burada.














Bendenizin yemekle mesaisi biraz ters. Zorundan başlamış bulundum. Kendi başıma - anne
mden aldığım tarifle tabii - birkaç kez üst üste anneminkine bir tık kalmış sumaklı geleneksel Mardin dolması (koca bir tencere hem de) yapmışlığım var. Sonra zeytinyağlı sarma. Öncesinde bol bol kısır, bilimum makarna ve çeşit çeşit salatalar. Çok da iddialı olmayan pilavlar ve birtakım basit tavuk yemekleri... Daha basitçene, herkesin şıppadanak yaptıklarıylaysa fazla mesaim olmadı.
Velhasıl-ı kelam Elif Ayla'nın basit tarifini 25 dakikada falan tabağa kondurdum. Kendim için iki patlıcanı yıkayıp kurulayıp, iyice ısınmış teflon tavada 20 dakika kadar, ara ara çevirerek közledim (Ocağın batmaması için bu da Elif Ayla'nın taktiği). O esnada bir
yeşil biberi doğrayıp, yağda çevirmeye başladım. Üstüne iki domatesin küp küp doğranmış halleri. Domatesli sos piştiğinde, patlıcanlar da közlenmişti. Soyup küp küp doğradığım patlıcanların üstüne sosu sıcacık döktüm, üzerine de soğan parçacıkları... Biraz zeytinyağı, biraz da nar ekşisi.
Patlıcan salatama marul-salatalık-nane üçlüsünün Woltran'ı oluşturduğu yeşil salatam ve içine birkaç yaprak nane (ferahlatıcı etki!) atılmış buzlu suyum eşlik etti.
Karnım doydu, artık Mad Men'im ve karpuzumla baş başa kalabilirim!

22 Haziran 2010 Salı

Olamadık Nişantaşı kızı!






Nişantaşı'nı pek bilmem, eciş bücüş sokaklarına da bayılmam. Moda, Çengelköy ve dahi Cihangir'i bile tek geçerim de Nişantaşı'na isminin nostaljisinden gayrı sempati beslemem, besleyemem. Ferah Maçka caddeleri, belki... Beşiktaş'a yanaşan Teşvikiye - Topağacı'na da laf söyletmem. Ama bir zamanlar krema kıvamındaki apartmanların dizildiği güzelim 'Nişantaş'ı nasıl severim, sokaklarından şöyle bir kendinden emin yürüyemedikçe...


Bende mi yamukluk bilmiyorum ama şöyle bir hadise geçti başımdan geçen hafta. Kırk yılda bir yaşanacak özel bir gün vesilesiyle, pek de ayıla bayıla olmadan düşüp yollara o mağaza senin, bu dev alışveriş merkezi benim, o bıdık butik de benim falan diye kapıları aşındırmaya başladım. Elimden gelmiyor ki dikivereyim, ah benim beceriksiz ellerim... Neyse efendim, saldım kendimi Rumeli Caddesi'nden aşağı, sağlı sollu pullu payetli parlak yeşillerden, morlardan, 'Gece mavisiyim ulen bennn' diye bağıran mavilerden, 'tuvalettt tuvalettt' diye çığıran kırmızılardan kaça kaça uzaklaştım, içinde anadilin en doğalından Arapça olduğu dükkanlardan. Valikonağı'na yaklaştıkça Nişantaşı daha bir Nişantaşı oluyordu. Dirsek hizasında taşınan çantalar, fönlü sarı saçlar, bolca fondoten, kıvıra kıvıra konuşan parlak dudakların arasında; kimbilir hangi pasajdan alınmış süklüm püklüm siyah penye elbisem, bilgisayar yorgunu sırtım, uykusuzluktan pörtlemiş gözlerimle ben, sokaklarda batmadım göze. Yok. Batmam için nam-ı almış yürümüş mağazalarına girmem gerekti. Pek nezih yerli markalarımızdan Roman'ın Nişantaşı mağazasında, belki şu ailenin pek önem atfettiği özel güne uygun sempatik birkaç parça kumaş bulurum diye bulunuyordum zaten. Aslında neyi anlatacağım ki, mağaza görevlilerinin görüş alanına giremedik bir türlü. Umutsuz bir Beşiktaş kadını olarak, internette görüp de "Şunu alsam da bu eziyet bitse" diye düşündüğüm modelin mağazada olup olmadığını bile öğrenmek kolay olmadı, ortalıkta dolanan bol miktarda satış görevlisine rağmen. Arkamdan içeri giren 'küçük Bihter'lere "Aman efendim, paşam efendim, aman da nasıl da zayıflamışsınız efendim"li girizgahlar yapan, kim bilir benim gibi sırt ağrısı, uykusuzluk, yorgunluk gibi mesai arazlarından muzdarip hemcinslerim, benim düşen yüzümü, zavallı denemelerimi pek fark etmedi. İçimden "N'olur buradan bir şey beğenmeyeyim de almayayım" diye kendi kendime içlenmem de çocukcaydı belki ama yine de oradan birşey alsaydım içimde kalacaktı muhtemelen.


Olmadı, 'Nişantaşı kızı' olamadık! Bihter'lere, Firdevs Hanım'lara toslamamaya dikkat ederek yavaşşşca indim yokuşu, Maçka'dan Akaretler'e, eskilerin yerini Al-Jamal'lara, W'lara bıraktığı ışıltılı caddeye oradan da hemencecik börekçinin önündeki otobüs durağından kıvrılıp, Beşiktaş Çarşı'ya doğru...

18 Nisan 2010 Pazar

'Özgür olmak istiyorum!' - Korkoro






Muhteşem görüntüler, baş döndürücü kamera hareketleri, bir Çingene aileyi kendine aile olarak seçen, vicdanın vücut bulmuş hali, bir küçük çocuk, 20 kişilik Çingene ailesini kurtarmayı, ne pahasına olursa olsun becermek isteyen, vicdanın ve insan olmanın iki vücudu daha...

Taloche'nin toprakla, yaprakla, yağmurlar, çalı çırpıyla bir olan özel dünyasına dalabilmeyi başarmak bile başlı başına bir serüven.
Gerisi? Çingeneler'i kötü, habis, uğursuz belleyen köylüler, daha da fenası bu gezgin halkın en birinci özgürlüğünü, gezginliğini bürokrasiye (kartlar ve damgalar) bağlayan sonra da yollara düşmelerini engelleyen yasalar çıkaran 1940'ların Fransası'sı. Bitmedi, en fenası Yahudiler'in yanısıra eşcinseller ve Çingeneler'e de bir dizi fenalığı uygun gören Nazi Almanya'sı...

Tony Gatlif'in son şahikası Korkoro'yu (Özgürlük) geçtiğimiz hafta gördüm, Film Festivali'nde. Sinepop'ta.
Gatlif anımsatıyor: Çingeneler ırkçılık ve faşizmle ilk olarak 1910'larda karşılaşıyor. Tüm Avrupa’da ‘antropometrik kimlik kartları’yla dolaşmak zorunda kalıyorlar. Göçebeliği yasaklayan Vichy yasaları ardından da İkinci Dünya Savaşı ve artan baskılar geliyor. Çingeneler'i anlatmasına doyamadığımız Gatlif, yirminci yüzyılın ilk 50 yılını Roman tarihinin en kara dönemi olarak tanımlıyor. Filmde 'kapatılma' tehlikesiyle yaşayan, bir kampa hapsedildiklerinde Çingene halkından yüzlerce aileyle birlikte gördüğümüz Taloche ve ailesinin 'gerçeğinin' yolu bir Nazi toplama kampında sona ermiş...

Korkoro, Çingeneler'in özgürlük, yaşam, nefes alma anlayışını, inancını öyle pürüzsüz bir şekilde nüfuz ettiriyor ki içimize... En çok 'Özgür olmak istiyorum' diye ağıt yakarcasına, Fransız hükümetince kapatıldıkları kampta bağıran Çingene'nin sesi çınlıyor kulaklarımda. Bir de filmin başta Les Bohemians olmak üzere şahane müzikleri...
Sinepop'tan çıktığımda ve hatta daha filmi izlerken, Ayşegül Devecioğlu'nun Ağlayan Dağ Susan Nehir'i düştü aklıma sık sık... Geçen yaz okumuştum, Çıralı'da portakal ağaçlarının kapladığı bir şirin bahçede. Fosforladığım cümleleri buldum, Sinenop'tan eve döner dönmez:


"Yol yorgunudur Çingeneler. Yerleşikliğin imkansız olduğunu bilir, yerleşik hayatı kekeleyerek yaşarlar."


"Tanrıların korktuğu bu çocuklar gerçekten kara topraktan yaratılmıştı. Ateş hırsızından bu yana tanrıları bir tek onlae şaşırtmıştı. Evlerden, eşyalardan, mülklerden, bayraklardan, kitaplardan, banka hesaplarından, inceden inceye hesaplanan güvenli gelecek düşlerinden çatılmış dünyayı çıplak ayaklarının altında çiğniyorlardı; bacası tüten, güneşi parlayan çocuk resimleri gibi acemice çiziştirilmiş hayalleri buruşturup atıyor,ne cennetle ödüllendirilebiliyor, ne cehennemle korkutulabiliyorlardı. Anı doludizgin yaşıyor; isteklerini ve umutlarını o anın avuçlarına teslim ediyorlardı; çıplaktılar, umutsuzdular, inatçıydılar. Baş eğmiyor, ele avuca sığmıyorlardı; geleceğe inanmadıklarından tanrılara ihtiyaçları yoktu, şimdiki zamanda savrulan hayatları kaderin ta kendisiydi."


Ne yazık ki Ayşegül Devecioğlu kadar güzel kelimelerim yok; dünyanın her bir noktacığını toprağı, yurdu bilmiş bu güzel halk için. Vapurdan çıkarken ayağında pembe 'kız' çorapları, arkasından gelen abilerinin çaldığı darbukanın ritmine uygun adım oynayan, göbek atan küçük kara oğlanın yanından geçerken nasıl da güzel güzel gülmeye başlayıp, koca koca mutluluk nefesleri aldığımı söyleyebilirim belki...
Velhasıl-ı kelam, Korkoro'yu görün, üzüleceksiniz ama özgürlüğün manasını bir tutam daha hissedeceksiniz belki de...


28 Şubat 2010 Pazar

sinemama veda

sinemama veda..
Alkazar'a veda etmek uzere yoldayken aradım sinemayı, "Ask Dersi'nin seans bilgilerini ogrenebilir miyim?" diye, "Ogrenemezsiniz efendim" dedi tel.deki ses. "Alkazar değil mi?", "Evet efendim ama kapandı." "Nasıl yani, yarın kapanıyordu ama?", telefondaki erkek sesi kinayeli bir tonla; "Dun aksam kapadılar, aceleleri v...armıs efendim, söküyorlar şu anda" dedi. Söküyorlarmış... Tam ben telefondayken, o adam bana yanıt verirken, içeride başka adamlar varmış ve koltukları falan söküyorlarmış.
Taksim'e varmadan, mahallemde, Yıldız'da indim dolmustan. Sorsa birileri, "Yo sevgilimle kavga etmedim, bir yakınımı da kaybetmedim, İstanbul'a adım attığımdn beri en sevdigim filmleri izlediğm sinemama veda edemedim, ona aglıyorum" deseydim "Deli herhalde" derlerdi kuvvetle muhtemel. Pis kapitalizm, bana öyle geliyor ki, en sevdigimiz seyleri hep sen alıyorsun elimizden...

22 Şubat 2010 Pazartesi

dun sabah

Otobüste ağlaya ağlaya dünyanın en mutsuzu-en yalnızı olduğunu düşünerek işe giderken, e5'in kenarında, bir dev binanın onunde, birgun baska bir dev binanın dikileceği, şimdilik çayırlık olan alanda gördüm: Dünyanın en mutlu ailesini. Bir adam, iki de küçük adam, bir kadın top oynuyorlardı cayırlarda. Kadının basında acık renk bir ortu, uzerinde ayak ucuna yaklasan bir yerde biten, ne tam siyah ne tam gri, adını bilmediğim bir renkte, parlak kumastan bir pardosu. Yuzlerini secemedim, arada mesafe vardı, bi de otobusun camı. Trafik sıkıstı, birkaç saniyeden cok daha uzun sure izledim aileyi. Bence ailelerdi. Civarda oturuyorlardı, pazar eglencesi icin cıkmıslardı evden. Cocuklar 'gocuklarını' giymiş üstlerine, anneleri "Güneş var ama aldatıcıdır" demiş, sonra kendi pardösüsünü almış geçirmiş, başını örtmüş sıkıca. Baba arkasına basarak geçirmiş ayakkabıyı ayağına, topu küçük oğlan alıp önden koşmuş. Güneşin altındaki yeşillikte bulmuşlar kendilerini. Banyo fayansıyla kaplı dev medya plazasına sırtlarını vermişler, başlamışlar top çevirmeye. Kaleci hangisiydi göremedim, ama anne olan küçük oğlanın ayağından topu çevirmek için can havliyle, nefes nefeseydi. Bir de sürekli gülüyorlardı galiba. Kadının pardösüsü ayağına dolanacak, düşecek sandım ama durmadan koşturuyordu evin üç erkeğiyle. Gülüyorlardı. Tam görmedim ama neredeyse eminim. Çok mutlular, yorulunca da piknik yapacaklardır ya da yapmıslardır bile. Dedim. Bu adam bu kadını seviyordur. Dedim. Dovuyor mudur da diye de geçirdim. Biraz utandım ama geçirdim işte...
Elimdeki selpak ıslanmaktan un ufak olmustu, basım agrıyordu, midem bulanıyordu, honkure honkure aglamak için bir an once inmek istiyordum otobusten, yol çalışması yuzunden milim milim ilerliyorduk. Mutlu aileyi daha cok izlemem içindi sanki hersey. Onlara baktıkca daha cok honkurmek geliyordu içimden... Daha fazla bakamadım sağıma

18 Ocak 2010 Pazartesi

Ve oyun başlıyor....




Hep aynı his. Şöyle tariflenebilir, kocaman bir inşaat alanı. Bomboş. Temel atılacak, harçlar karılacak, bir takım sütunlar direkler falan dikilecek, katlar çıkılacak, kapılar, pencereler seçilecek, takılacak, hem işlevsel olacak hem zarif, herşey. Hem samimi, hem etkileyici. Herkes çok çalışacak, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelecek ama illa ki bitmesi gerekecek. Kabası bitince inceye geçilecek, içerisi ferah ve güneşli olsun diye tatlı renkler seçilecek, boya badana... Mutfak dolapları, banyo takımı falan seçilip yerleştirilecek. Ve bütün bunlar olurken ortalık nasıl korkunç bir karışıklık içinde olacak... Sonra ama bir şekilde pırıl pırıl bir yapı olup bitecek. O dağınıklık nasıl oldu da buna döndü anlamadan olup bitecek... Ama öncesi delice yorucu; hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir dağınıklık hali...

Her seferinde gözümün önüne gelen yine belirdi. Dünya kadar iş... Oyunculuklar, reji, dekor, kime nasıl kostüm, kim dikecek, kim alacak, hangi aksesuar daha işlevsel, sahnenin neresinde ne zaman kim, ne olacak. Işık rejisini toparlamak gerek. Müzikleri aramaya en baştan başlayalım. Tahtakale yapmak lazım. En kolay taşınır, en pratik malzemeleri kullanmak şart. Broşür, afiş tasarımı bitti mi, projeksiyon görüntüleri toplandı mı, duyurular tamam mı, davet edilecekler listesi... Basın bültenleri...
Kocaman bir yığın, ortada toplanmış karman çorman halde birilerinin el atmasını ve bir şeylere dönüşmeyi bekliyor. Her seferinde aynı panik: Nasıl toplanacak herşey! İnşaat gibi işte, koca yığın önümüzde duruyor.
Koca bir heyecan. Açılmayı bekleyen rengarenk dev bir hediye paketi. İçinden neler çıkacak, şimdi bizim de haberdar olmadığımız ne fırlamalıklar sergileyecek içinden çıkanlar...
Koca bir merak. Daha olmamış bir 'şey'in nasıl bulunacağına dair.
Gözleri kocaman açtıran, hep bir ağızdan, tek nefeste bağıra çağıra konuşturan bir heves. Kendi ellerimizden çıkan kelimelerin nasıl canlanacağını bir an önce görmeye dair.
Deli işi. Deli işi ve büyük ihtimalle dünyanın en zevkli işlerinden biri.
Tamam işte, o düşündükçe yoran, 'ortalığı nasıl toplayacağız şimdi?' hissi, o pis obsessif takıntı beynimde dolanmaya başladı ya, demek ki işlerin yola girmesi yakındır.
Oyun başlıyor!!! pek yakında :)

Fotoğraf: Ayhan Bal

6 Ocak 2010 Çarşamba

Var böyle adamlar...


Çöpüne kurban olduğum NY!


Ürettiklerine bir reklamcının cin fikirleri de diyebilirsiniz, yaratıcı bir sanatçının eşi benzeri bulunmaz eserleri de. Yarı zamanlı reklamcı, tam zamanlı sanatçı; New York’lu Justin Gignac’la tanışın. Prestjili sanat okulu School of Visual Arts‘da mürekkep yalamış, son sekiz yıldır ekmek, su gibi temel gereksinimlerini çöpten; iPhone, Las Vegas tatili türü lüks ihtiyaçlarını da resmettiği tuvallerden çıkaran bir Amerikalı. New York-İstanbul arasında gidip gelen mail’lerimizde, yazdıklarının altında ‘Çöp ürettiğiniz için teşekkür ederim’ manasına gelen ‘Thank You for Littering’ cümlesi diziliydi. Altında da kartvizit bilgileri: Justin Gignac, Çöp Satıcısı, New York Şehir Çöplüğü.


Onu arayıp sormamın nedeni tam da buydu; mesleği. Gignac, bir çöp satıcısı. New York’un çöpünü küçük sert plastik küplere paketleyip http://www.nycgarbage.com/ adresinden 50 dolara satıyor. Bir de ‘limited edition’ çöpler var ki bu sınırlı sayıdaki çöp küplerine sahip olmak isteyenin, iki katını gözden çıkarıp 100 dolar ödemesi lazım. Muhteviyat çeşitli. Gignac’ın elde poşet, New York’un farklı çöplüklerinden topladıkları arasında plastik çatal, bıçak, bardak, eğri büğrü bira kutuları, yırtık metro-sinema-tiyatro biletleri, bazen bir ayakkabı teki, bazen de bir fotoğraf var. Çöplükte ne bulabildiyse... Topladıklarını küplere yerleştiriyor ve şehrin çöpü, sitede alıcısıyla buluşmayı bekliyor.


Çöp satma fikrini tetikleyen, 2001’de kendisi gibi staj yapan bir arkadaşıyla başlayan tartışma: “Paket tasarımının önemi üzerine konuşmaya başladık. Arkadaşlarımdan biri paket tasarımının önemli olmadığını iddia etti, ona katılmıyordum. Onları tasarımın önemine ikna etmenin tek yolu, insanların kesinlikle para verip almayacakları, değersiz bir şeyi paketleyip birilerini bunu almaya ikna etmekti. Times Meydanı’na doğru yürümeye başladım ve fikir karşıma çıktı... Çöp!”Çöplüğe ilk seferini bir torba ve kalın eldivenlerle yapıyor. İstikamet, o vakitler kaldığı öğrenci yurdunun çöplüğü. İlk ‘tasarım paketine’ parçalanmış bir bira kutusu, sarı bir ikaz bandı, kırık cam, bir metro kartı ve sigara izmariti yerleştiriyor. Sonrası çorap söküğü gibi...


Listede şimdilik Türkiye yok ama aralarında İngiltere, Avusturya, İsviçre, Fransa, Almanya, Avustralya, Japonya, Singapur, İspanya, İrlanda, Kolombiya, Güney Afrika ve Yeni Zelanda’nın da olduğu 25’ten fazla ülkeye postalamaya başlıyor ‘tasarım çöplerini’. Gignac, çöpten küpleri satın almak için herkesin farklı bir sebebi olduğunu düşünüyor. “Kimisi işin içindeki ince espriyi görüyor, bazısı da fikrin cesaretini seviyor” diyor. “Bazıları sevdikleri bir şehirden anı olsun istiyor. Kimisi tüketime yapılan eleştiriden hoşlanıyor. Yankee Stadyumu’ndaki son maç ya da Times Meydanı’ndaki yılbaşı gecesinin çöpleri gibi sınırlı sayıda olanlarda, insanların amacı tarihten bir parça saklamak. Bence New York’un çöpü göz zevkimizi bozan bir şey olduğu kadar, aynı zamanda yaşadığımız alanın canlı bir parçası ve anı yakalamak için de mükemmel bir yol.”


Küplerin içine yerleştirilecek çöpler için Gignac’ın en önemli önceliği kuru olması. Akan, kokan, küflenme potansiyeli olan atıklara pas vermiyor. Ona sorarsanız, çöp konusunda son derece seçici. İşin ‘enstalasyon’ kısmını da dikkate almak durumunda, bunun için küpün tam ortasına yerleştirilebilecek bir şeyler bulmaya çalışıyor; kahve fincanları, kırık bira şişeleri, cep telefonları gibi. Sonra da eserini tamamlayacak ve merkezdeki objenin etrafına yerleştirilebilecek şeyler arıyor. Favorisi eğlenceli, komik ya da hikâyesi olan parçalar; yırtık bir park bileti, ayakkabı teki, fotoğraflar gibi.

Genelde ‘kendi çöplüğünde’, yaşadığı Greenwich Village civarındaki restoran, mağaza ve bar atıklarının arasında dolanıyor. Ama sırf çöp toplamak için İrlanda kadar uzak diyarlara gitmişliği de var. Aklındaki de işi bu yönde ilerletmek esasında: “Sınırlı üretim için dünyayı dolaşıp her ülkenin kendi özel etkinliklerinden çöpler toplamak isterim. 2007’de Dublin’deki St. Patrick Günü için eşimle birlikte festivalden çöp toplamak üzere İrlanda’ya gittik ve 100 küp tasarladık. Çok tuhaftı, çünkü çöpler belirgin bir şekilde festivale aitti. New York’un çöpünü Roma, Tokyo, Rio ya da İstanbul’un çöpleriyle kıyaslayabilmek harika olurdu.”Karşılıklı mail’lerin son sorusunun yanıtını ‘yoğunluk’ sebebiyle yanıtlamamayı tercih etti maalesef. Onca insanın karnını doyurmak, üst baş edinmek amacıyla çöp seferleri yapmak zorunda kaldığı bir metropolde, tüm bu uğraşın bir parça ironik olup olmadığı mıydı soru. Yanıtı kendinde saklı kaldı...


İhtiyaçtan satılık resimler!


Gignac’ın eşi Christine Santora ile hayata geçirdiği bir diğer proje de en az çöp satma fikri kadar dudak uçuklatıcı: Karı-koca canlarının çektiği her neyse (Bazen bir dilim pizza, bazen lüks bir seyahat) önce güzelcene tuvale döküyorlar. Sonra da bu tuval üzerine akrilik ihtiyaçlarını http://www.wantsforsale.com/ adresindeki sitelerinden, piyasa fiyatlarına satışa çıkarıyorlar. 3 dolarlık pizza diliminin resmini 3 dolara, 100 dolarlık bikininin resmini 100 dolara satıyorlar. Resimler satıldıkça da doğruca gidip resmettikleri mal ya da hizmete sahip oluyorlar.

Gignac, “Fikir, Modern Sanat Müzesi’ni gezerken ortaya çıktı. En ilginç parça Las Vegas tatili için hazırladığımız seriydi. Seyahat için ihtiyaç duyduğumuz şeyleri çizdik; uçak biletleri, otel odaları, kumar oyunları ve açık büfe. Sattığımız en pahalı resimse eski dairemiz için çizdiğimiz kira çekiydi” diye anlatıyor.

İnsan dayanamıyor haliyle, “Hadi hatıra çöpü anladık da, insanlar buna neden para veriyor?” diye soruyor. Yanıt şöyle: “Sahip olmak istediğimiz şeyi çizip elde ettiğimiz gelirle gerçekten o obje ya da hizmeti satın alma fikri insanların hoşuna gidiyor. iPhone gibi, gerçekten pahalı çizimlerimiz de oldu ama 5.85 dolarlık dondurma gibi ucuz resimler de yapıyoruz. İki resim de eşit ebatta ve çabada oluyor ama resimdeki malzemenin kendi fiyatıyla etiketlendiriliyor. Almak istediğimiz şey, kullandığımız tuvalden ucuz olsa da sistem aynı. Sonra gidip resmi satılan her şeyin gerçeğini alıyor ve fotoğraflarını çekip yayımlıyoruz.”

‘Wants for Sale’ başarılı olunca çift konsepti hayır işine de uyarlamaya karar vermiş. http://www.needsforsale.com/ adresindeki resimler, hayır kurumlarının ihtiyaçlarından ibaret. Habitat for Humanity adlı vakıf için bir bulaşık teknesi çizip, teknenin fiyatı olan 100 dolara satıp gelirini de vakfa nakletmişler örneğin. “İnsanlar bu işleri seviyor, çünkü hem evleri için bir sanat eseri almış hem de başkalarına yardım etmiş oluyorlar” diyor Gignac.

New York’un çöpüne ya da şehirden sanatçı bir çiftin arzularına talip olan sanatseverlere duyurulur... /B.Ç.