11 Temmuz 2009 Cumartesi

... çok severim 1 (çıralı yolunda)


Uzun otobüs yolculuklarının yarım yamalak uykusundan güneşin gözüme girmesiyle uyanmayı, esneye gerine camdan bakıp 'az kaldığını' fark edip gülümsemeyi, bir kaç virajın ardından denizin yandan yandan yola eşlik etmeye başlayacağını bilmeyi, denizi beklerken gece elimden düşmüş kitabın kaldığım yerini bulmaya çalışmayı, kulağıma günü karşılayacak neşeli bir şeyler takıp muavinin uzattığı çayla midemi şenlendirmeyi... Çok severim. 

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Audrey Hepburn'e takıldım!




Duvardan şahane gözleriyle iki senedir bakmaktaydı, tembelliği bırakıp bir filmini DVD okuyucusuna koymam epey zaman aldı. Sevdiceğim dört DVD'sini önüme serince geçen gece siftahı yaptım: Funny Face.
Audrey Hepburn yine öyle masum masum bakıyor film boyunca, sonra aşkı buluyor - epey büyük bir hızla - bu arada hayalini bile kurmadığı şekilde renkli dünyaya hızlı bir yükseliş, küçük bir hayal kırıklığı ve mutlu son...
1957 yapımı filmin, Hepburn, Fred Astaire ve Kay Thompson'ın şakır şakır danslar edip şarkılar söyledikleri, 'müzikal film' tanımının 'müzikal' kısmını dolduran bölümlerinden en çok Paris'e ilk ayak bastıkları anda dillendirdikleri 'Bonjour Paris' kısmı takıldı dilime. Ama filmin gerçek anlamda kikirdeten anları, Kay Thompson'ın haşin, dediğim dedik ama bir o kadar da komik ifadeli, moda dergisi Quality'nin yayın yönetmeni olarak boy gösterdiği ilk 15 dakikalık bölüm. Sonrasında da moda alemlerine dair eleştiri kıvamında komiklikler izliyoruz ama, Thompson'ın Maggie Prescott rolünde çevresindeki çalışanlar başta olmak üzere herkesi; diş macunlarından şapkalara tüm dünyayı pembeye büründürdüğü sahnelerde - ki buralarda daha Hepburn ortada yok - kendimi gülmekten yayılmış bir ağızla yakaladım. Bu esnada aklımdan Anna Vintour geçiyordu elbet; Funny Face'i de The Devil Wears Prada'yı da izlemiş olan her bir çift göz sahibine olabileceği gibi... Modanın kutsal kitabı namlı Vogue'un gerçek hayattaki yönetmeni Anna Vintour'un dillere destan haşinliğini, Türkçe mealiyle Şeytan Prada Giyer'de Meryl Streep'in küçümseyici ama "Zeki ve yaratıcı olanı şıp diye anlarım!" bakışlarıyla izlemiştik.
Funny Face'in Jo'su Audrey Hepburn'ün süklüm püklüm halinin, göze fena halde batan o uzun yeleğiyle, jilet gibi giyinmiş moda editörlerinin arasına dalışının neredeyse tıpkısını Şeytan Prada Giyer'in idealist gazeteci adayı Andy rolündeki Anne Hathaway'de görüyoruz... Jo'nun kendini, elinde sipariş edilmiş kitaplarla Quality'nin yönetmeninin odasında buluşuyla; kılık kıyafete para gömmeyi, hele hele bu mevzu üzerine saatler süren gergin toplantılar yapmayı tuhaf ve hatta komik bulan Andy'nin, patronu Vintour'un odasındaki ilk sahnesi için 'ikiz' demek abartı olmaz.

Funny Face, moda alemlerine giydirirken bir yandan da Paris'in dumanlı kafelerinde (dumanlı kafalarca) icra edilen 'bohem hayatı' da pas geçmemiş... Jo'nun sardığı, ağır felsefi meselelerin yanında biraz 'hafifmeşrep' kalan 'emphaticalism' meselesi de bohemlik hallerini iğneleme hedefine kolaylaştırıcılık etmiş sanki...

Başarılı ve olgun (Jo için fazlaca olgun!) moda fotoğrafçısı Dick Avery rolündeki Fred Astaire ile genç entellektüel Jo arasında, Jo'nun moda dünyasının kapısından içeri uzanışıyla eş zamanlı filizleniveren aşk pek bir 'hafif' kaçsa, insan ister istemez "Bu kadar okumuş yutmuş bir kızcağız nasıl böyle şıp diye bir öpücükle kendinden geçip, 'modellik icabı' geçirdiği beyaz gelinlikle nasıl gözyaşlarını serbest bıraktı" diye düşünse de bu sert hareketler filmin doğasına aykırı deyip susuyorum...

Şimdi sırada diğerleri var, Audrey Hepburn'ün marifetlerini keşfetmek, bol bol gülümsemek yaz sıcaklarında serin limonata etkisi yapıyor...