24 Haziran 2009 Çarşamba

Mültecileri gördünüz mü?


20 Haziran Dünya Mülteciler Günü'ydü. Hiç 'mülteci' gördünüz mü? Kardeşimin askerliğini yaparken, nezarete sık sık 'düşen' Bangladeşlileri, Pakistanlıları geri göndermek için ne tür yöntemler uygulandığını anlattığını hatırlıyorum. Bir de mültecileri göstermeye çalışan tonla film karesini... Bir vakittir arı gibi çalışan, şu paspas olmuş kelimeyle 'farkındalığı' arttırmaya çalışan bir grup insan var; iki yaka arasında en minik beldelerden başlayarak başkanından vatandaşına insanların eline, aklına bir şeyler tutuşturuyorlar. Koca bir yaşamı geride bırakıp, karşıya geçmek için herşeyini ortaya koymanın 'tiksindirici' değil, aslında ne kadar da insani bir durum olduğunu anlatmaya çalışıyorlar... Bakalım ne diyorlar?

*** bir vakitler yazılmışlardan geliyor:

'Hepimiz aynı 'kayiki'deyiz!'

Kayıklara binip giden, suyun yarısında boğulan, vurulan, kamplarda ömür tüketenler bizden değil diye onları görmeyecek miyiz? Mültecileri görmüyor muyuz? Yunan ve Türk kıyılarından bir grup insan gördü, başkalarına da göstermek için biraraya geldi.


"Kendi ülkelerindeki baskılardan, savaşlardan, hak ihlallerinden, açlıktan kaçan insanlar çok tehlikeli ve sonu belirsiz bir yolculuğa çıkarlar. Bu insanlar güvenli olduğunu varsaydıkları coğrafyaya giden yolda ülkelerini, en sevdiklerini ve bütün ekonomik birikimlerini arkada bırakırlar; belleklerini, haklarını ve onurlarını değil. İltica suç değildir. Hepimiz aynı kayıktayız."
Bugünlerde bu metinle; 30 saniyelik bir videoda ya da iç açıcı görüntülerle oluşturulmuş kartların üzerinde karşılaşabilirsiniz. Kartların üzerindeki fotoğraflardan bahsedelim önce; kırmızı bir kayık, Ege mezelerini çağrıştıran mavi bir masa ve ahşap iskemleler, fonda pırıl pırıl bir deniz. Masmavi dalgalar, bulutların hayranlık uyandıran pozları. Güneşin ışıklarını sızdırdığı bir orman kuytusu... Şüphesiz, Ege'desiniz! Bir kitabevinde görüp "A ne hoş fotoğraf" diye almak isteyeceğiniz türden sempatik, yaz havası estiren kartlar...

Üzerindeki metni okuyalım şimdi de, "Mültecileri görüyor musunuz? Onlar buradalar" diyor, sekiz ayrı dilde dizilmiş harfler. Az önce o mavi iskemlenin kıyısından geçti, ormanın içinde saklandı, birazdan şu kırmızı kayıktan daha az derme çatma olmayan bir başkasına, diğerleriyle doluşup, ufuktaki adaya ulaşmaya çalışacak. Kayık batmaz, batırılmaz, yakalanmazlarsa karaya ayak bastıklarında herşeylerini geride bırakıp çıktıkları yolculuğun bir aşamasını daha tamamlamış olacaklar. Başardılarsa, bu sefer diğer müreffeh ülkelere doğru uzanacaklar. Başaramazlarsa, akşam haberlerinde nasıl olsa duyarız...
Daha iyi bir yaşam için yollara, denizlere dökülen mültecilerin gerçek sayısının, haberlerde duyduğumuzdan çok daha fazla olduğu su götürmez bir gerçek. Ege'nin 'Ölüm Denizi' olmasını, sonu belirsiz yolun yolcularının 'suçlu' damgası yemesini, sonunda da yitip gitmelerini içleri kaldırmayan Türkiyeli ve Yunan bir grup akademisyen, öğrenci, gönüllü, belgeselci, fotoğrafçı ve mülteci örgütleri, Türkiye-Yunanistan suları arasında daha fazla mülteci ölümü olmaması için bir kampanya başlattı. Kelimenin iki ülke dilindeki ortaklaşmasından ve kıyıya vuran cesetleri yola çıkaran vasıta olmasında da hareketle kendilerine 'kayiki' (kayık) adını veren grup, çalışmalarını imece usülüyle yürütüyor. Grupta Türkiye, Yunanistan, İtalya, Avusturya, Almanya, İspanya, USA, Fransa, İngiltere’den gönüllü, eğitici, sanatçı ve sivil toplum kuruluşu çalışanları, destekçileri arasında da Güre Belediyesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi gibi kurumlar var.
Kampanyanın videolarını hazırlayan İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Ethem Özgüven, Türkiye'den gönüllülerle, ekibin Yunan kanadının Sakız adasında (Chios Adası) buluşmasının üstüne, projenin ete kemiğe büründüğünü anlatıyor: "Mülteciler en çok Altınoluk, Behramkale, Foça ve Güre'den geçmeye çalışıyor, filmlerin ve kartpostalların ham malzemesini orada oluşturalım istedik. Kampanya, Ege ve Akdeniz’in ölüm denizi olmaması temelinden yola çıkıyor. Bir o kadar insan da boğuluyor, yaralanıyor veya insan tacirlerince dövülüyor, tecavüze uğruyor, parası alınıyor. Karşıya geçince de onları bir başka trajedi bekliyor. Bilgi Üniversitesi’nden Osman Umuroğlu kameraları ve bütün çekim-kurgu ekipmanını getirdi, Çanakkale’den fotoğraf hocası Aykan Özener ve öğrencisi Onur Özen geldi. Midilli’den Yunanlılar geldi, videoları ve fotoğrafları çektik. Can Aydın, Ömer Öztürk ve Selçuk Erzurumlu ile videoları kurguladık. Kartpostalları Süleyman ve Hakan Yılmaz adlı yetenekli ikizler tasarladı. ‘Mültecileri görüyor musunuz?’ metnini Petra Holzer düşündü ve metni Elif Selen Ay’ın düzeltmeleriyle son haline getirdik. İstedik ki çok güzel görüntüler olsun, bunları turistik dükkanlara koyalım. İnsanlar karta uzanınca yakalanmış olsun. Hemen sandalyenin arkasında, kumsalın orada mülteci var çünkü. O tarlanın orasından mülteciler geçiyor."
Kayiki'nin Yunanistan ayağından, belgeselci Efi Latsoudi ve Stelios Kraounakis, Midilli adasında yaşıyor ve mültecilere destek veren Prosfygni adlı grubun üyesi. Latsoudi, Midilli'ye günde ortalama yüz mültecinin çıkmaya çalıştığını söyleyerek, Kayiki'nin amaçlarından bahsediyor: "Adanın yerlileri olarak, insanların denizimizde boğulup ölmesini ve haberlerde, hiç bir reaksiyon yaratmayan ölü sayılarını duymak istemiyoruz. Ölümlerin engellenmesinin ancak iki ülkenin ortaklaşa çalışmasıyla mümkün olur. Kayiki'nin de anlamı burada yatıyor. 2008'de Midilli'ye 12 binden fazla mülteci geldi. Amacımız Türkiye'deki sivil toplum kuruluşları ve mültecileri destekleyen insanlarla yakınlaşıp birlikte çalışmaktı. Umarız her iki yakada insanların mülteciler konusunda duyarlılığını arttırabiliriz. Mülteciler denizde ölüyor, kamplarda çok kötü koşullarda yaşıyor ve toplum, bu sanki olması gereken bir durummuş gibi davranıyor, tepki vermiyor. Daha bilgili bir toplumun, mültecilerin yaşamına saygı duyacağına ve yetkililerden bu insanların haklarına saygı duyulmasını talep edeceğine inanıyoruz."

Kayiki'nin 'Mültecileri gördünüz mü?' videosu 'www.kayiki.net' adresinden izlenebilir. Ethem Özgüven, görüntüleriyle anlatmaya çalıştığını, biraz daha basitleştirerek tekrarlıyor: "İnsanlara sadece şunu söylemek istiyorum, bir gece bir bankta yatsınlar. Sadece bir gece! Ya da yatak odasında değil de, halının üstünde yatsınlar, bütün o mülteci olayını ve sürecini hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde anlarlar. 50, 60 yaşında, 20 yaşında, 30 yaşında insanların, evlerini, her şeylerini bırakıp büyük mahrumiyetlerle, sonu belli olmayan bir yola çıkışlarını kavramaya çalışırsan, orada ne olduğunu anlarsın." /B.Ç.

18 Haziran 2009 Perşembe

'karınca kızlar' virgina woolf okuyor...


heves etmek iyidir. biz bir grup genç kadın basbayağı heves ederek başlamıştık bu işe... Yandaki fotoğraf neden çekilmiştir mesela? Yamuk yumuk da olsa o kadrajda o kitap, o pötikare masa örtüsü, o biri yarım, iki fincan çay niye, nasıl buluşmuştur?
Mekân, çaktırmasa da kendini; Burgazada. Aylardan mart; deniz de pırıl pırıl. Masada sekiz kadın oturmakta, sekizinin de önünde virgina woolf'ları, çayları, notları, kağıtları durmakta.
Bu sekiz kadını şahane bir bahar gününde vapura, oradan faytona, en sonunda da Kalpazankaya'ya atan durum, bir 'virgina woolf' buluşması.
bi sonbahar gecesiydi, oğlan çocukları da varken yanı başımızda toplaşmış film izlemekteydik: 'Jane Austen Okuma Kulübü'. Şirindi, eğlenceliydi derken "Hadi biz de!" dedik. Heves acelecidir de bir yandan, anında karar verildi. İletişim yayınlarının sitesi rehber oldu, kitaplar paylaştırıldı. Her aya bir okuma, her okumaya bir sorumlu, her kitaba bir mekân...
Dalgalar, Orlando, Flush, Dışa Yolculuk, Yıllar, Mrs. Dalloway. Burgazada, Galata, Gezi P., Burgazada, Polonezköy... Sırada Deniz Feneri var. Mina Urgan ve bolca web sitesi, türkçe-ingilizce makale destek verdi okumalara. Kendi adıma 'Kendine Ait Bir Oda' dan sonraki ilk Woolf okumalarımdı, çok iyi geldi. Yıllar'ı aldım, evirdim çevirdim, didik didik ettim; sıram gelince. Mrs. Dalloway'e hayran kaldım; Orlando 'mmmm, nefisti'; Flush'ta eğlendim bolca. Dalgalar çok kanırttı, didikleyince de Woolf'un kafasının içine bakma isteği uyandıran ilk kitap oldu...
Duyanlar, görenler, "Ne güzel valla... Çok özeniyorum" dedi sıkça. "Ben başlayayım Woolf'a, ilk hangisi iyi gelir" diye tavsiye isteyen, "Sonraki okuma grubunuza ben de katılayım, olur di mi?" diye soran, "Vaktiyle almıştım, bir bak istersen" diye Türkiye'de olmayan bir Woolf biyografisini uzatan arkadaşlar oldu... Geriden takip etmeler, bir kaç kitabı atlayanlar da olmadı değil. Woolf'un dünyası bir dolu şey öğretti. 'Kahraman kadınım Virginia Woolf' yazısına saklıyorum bu kısmı; ama başımıza gelenlerden ilk aklıma gelen ikisi hemen şimdi:
++ Bu sekiz kadından biri, okuma grubunda olmayan başka bir kadın arkadaşını ama bir iş toplantısı için beklemekte, beklerken de o ayın kitabı Flush'ı okumakta. "Aa Flush'ı mı okuyorsun? Ben de" diyerek yaklaşıyor, beklenen. "Biz Virgina Woolf okuma grubu kurduk..." diye kısa bir yanıt, bekleyenden. Yeni gelen şaşkın; "Nasıl yani? Biz de!"
++ Dışa Yolculuk günü, Kalpazankaya. Uzun masamızın güneş gören kısmına orta yaşlı iki Amerikalı kadın oturuyor. "Virginia Woolf mu okuyorsunuz?" diye soruyor, masadakileri görünce. Amerikalı kadın, İstanbul'da bir üniversitede hocalık yapan, Burgazada'da yaşayan Amerikalı arkadaşını ziyarete gelmiş. "Ne güzel" diyor, "Ben de edebiyat profesörüyüm, Woolf da okuturum öğrencilerime..."
+++ Biz Woolf'la haşır neşir olmaya başlamışken, Mina Urgan'ın Virginia Woolf'unun da piyasada tükeneceği tuttu! Kıyıda köşede bir türlü bulunamadı, herkesin Woolf'la tanışacağı tutmuş sanırsınız! YKY "Baskısı bitti" dedi bir sürü kitabevi "Ah, kalmadı elimizde..." Çözüm Simurg'dan geldi, ilk baskılarından biri hem de ciltli, mis gibi bir Mina Urgan elimde artık... 

İzlemek gerek! İki dil, bir bavul




bir arkadaşım söyledi de haberdar oldum ilk. geçen aralıktı. "Ankaralı iki genç sinemacı" dedi. "Amsterdam'da çok önemli bir belgesel festivaline katılacaklar. Bir izle" dedi. Aldım cd'yi, daha vakit vardı. Festivale yani. Haber, festival günleri yapılsa olurdu. Bir hafta çantamda gitti geldi film, yumurta kapıya dayandığında gecenin köründe kucağımdaki laptop'ta başladım izlemeye. gözlerimin içini güldürdüler, 'of' çektirdiler, 'işte bu' dedirttiler...
'iki dil bir bavul' adı. Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan'ın, Ankaralı iki genç sinemacının gözlerine, gördüklerini hiç dolandırmadan, hiç bağırmadan, en 'anlamak istemeyenin' bile 'bi duraklayacağı' şekilde anlatmalarına bir de 'Zülküf'e (fotoğrafta!) bayıldım.

Adana'daydılar geçen hafta, izleyen hemen herkesin yakıştırdığı gibi, Yılmaz Güney Ödülü'nü aldılar, bir de SİYAD'ı. Şimdi vizyon için gün sayıyor olsa gerek, bir kere de perdeden izlemek için ben de... filmin söyledikleri üzerine, ilk keşfin ardından yazdıklarım aşağıda...


Herkesin bildiği, kimsenin söylemediği
Genç bir öğretmen Kürt meselesiyle, Türkçe bilmeyen öğrenciler vesilesiyle baş başa kalırsa ne yapar? Bir sınıfa kaç dil sığar? ‘İki Dil Bir Bavul’, dillendirilmeyene dokunuyor


Her sene binlerce öğretmen adayı mezun oluyor, titrek ellerle çekilen kuraların bir kısmı doğuyu işaret ediyor. Doldurulan bavullar, kuvvetle muhtemel, sahiplerinin de kendilerinin de daha önce yollarının düşmediği topraklara yol alıyor. Ve taze öğretmen, bir sınıf dolusu öğrenciyle birlikte, memleketin en kılçıklı meselesiyle yüz yüze kalıyor...

Ana dilleri Kürtçe olan yedi, sekiz yaşlarındaki öğrenciler, sabahları Türkçe ‘Andımız’ı okumaya, ‘Ali topu tut’u yazıp okumayı birkaç ay içinde öğrenmeye ne kadar hazırdır? 20’lerinin başındaki bir öğretmen, söylediklerinden tek kelime anlamayan, üstelik onların söylediklerini de kendisinin anlamadığı ufaklıklarla nasıl bir ilişki kurar? Üzerine birkaç aklıselim cümle kurmaya kalkışanın dahi boğazına takılan mevzuya, iki genç belgesel yönetmeni, Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan, en ateşli karşı taraftarın bile kolay ses edemeyeceği bir üslupla; doğallığı ve çocukların sempatikliğiyle izleyeni sarıp sarmalayan 80 dakikalık bir belgeselle el atmış. ‘İki Dil Bir Bavul’ ya da ‘On the Way to School’, tam da öğretmen hikâyelerinin gazetelerin birinci sayfalarına yerleştiği içinde bulunduğumuz haftada, dünyanın en mühim belgesel festivallerinden birinde boy gösteriyor.

30 Kasım’a kadar sürecek olan 21. Amsterdam Uluslararası Belgesel Film Festivali’nde (IDFA), son 17 film arasına kalan İki Dil Bir Bavul’un, dört gösterimi yapılacak. IDFA’daki dünya galasında, uzun metrajlı belgesellerin katıldığı ‘Joris Ivens’ ve ‘Seyirci Ödülü’ için yarışacak. Emre öğretmenin hikâyesi...


Adından anlaşılacağı ve bir tutam da ilk paragrafın özetlediği üzere, doğuda bir köye atanan yeni mezun bir öğretmenin hikâyesini anlatıyor, ‘İki Dil Bir Bavul.’ Ekip, Denizlili öğretmen Emre Aydın’ın, Urfa’nın Siverek ilçesinin Demirci Köyü’ne atandıktan sonra, köydeki bir öğretim yılını, yaşadıklarını, hissettiklerini, çocukların kendilerine özgü dünyalarını; okulun başladığı ilk gününden son güne dek süren çekimleriyle anlatıyor. Emre Aydın, köyün gerçek öğretmeni.


Eskiköy ve Doğan, ‘Kürt sorunu’ diye tanımlanan konunun nerede başladığını, bir öğretmenin ilk kez tanıştığı Kürt kültürüyle kurduğu ilişkiyi de göz önüne alarak göstermek amacıyla yola çıkmaya karar verdiklerinden itibaren, uygun bir köy ve öğretmen bulmak için binlerce kilometre yol yaptıktan, iki köyden elleri boş döndükten sonra, Aydın ile tesadüfen tanışmış: “Öncelikli amacımız yeni atanan bir öğretmen bulmak olduğu için 2007 yılında Urfa’nın ilçelerinde yeni atananları beklemeye başladık. Emre, öğretmenevinde mutsuz bir şekilde oturuyordu. Çok iyi puan aldığı halde tercih etmediği bir yere atanmıştı.”

İkisi de Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu olan Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan, Aydın’ın ve köylülerin de olurunu alarak, ‘İki kültürün 30 metrekarede birbiriyle iletişim kuracağını’ gösterecekleri belgeselleri için işe koyulmuş. “Diğer insanları ve hayatları anlamaya yardımcı olmak için, küçük hikâyelerden yola çıkarak, evrensel konuları ele alan filmler yapıyoruz” diye özetliyorlar meramlarını.

Filmi izledikten sonra, Eskiköy ve Doğan’ın yakaladıkları doğallığın sırrını merak ediyoruz: “Kimseye bir şey sormadık. Kaydedildiklerini biliyorlardı, bizden bir zarar gelmeyeceğini de anladılar. Karşılıklı iyi niyetle yakalanmış bir doğallık ve gerçeklik var filmde. Dil sorunun herkes farkında. Köylüler de, öğretmenler de, çocuklar da. Herkes kabullenmiş durumda. Çözüm, çocukların Türkçe’yi ilkokulu bitirmeden öğrenecekleri yolunda. Ülkenin batısındaki bir okulda, bir çocuk en çok dört ayda okumayı yazmayı söker, temel matematik işlemlerini, hayat bilgisi derslerini görürken Kürt çocuklar bir senelerini sadece okuma ve yazmaya ayırdılar. Bunlardan ancak birkaç tanesi gördüğünü okuyabildi. Tabii, anlamını bilmeden.” /B.Ç. - Aralık '08

17 Haziran 2009 Çarşamba

'bu kadın benim kahramanım!' serisi, numero 3: Nezihe Muhiddin - 'enfusi şahsiyet'


nezihe muhiddin okumaları üstüne, bir vakitler yazılmıştı...


'Enfusi şahsiyet', 'edibe-i şehire'...


Kadınların tarihteki görünürlüğünü artırmasının, kendi mücadelesinin geçmişle bağlarını kurabilmesinin etkili ve dolaysız tek bir yolu var: Kadın tarihinin kadınlar tarafından eşelenmesi. Kitap Yayınevi'nin başlattığı Mor Kitaplık Kadın Tarihi ve Eserleri Dizisi tam da bu anlamda, değeri kelimelerle biçilemeyecek bir hediye sunuyor. Mor Kitaplık, bir şekilde unutulmuş, Osmanlıcadan Latin harflerine geçişle hepten silikleşmiş eserleri getirip önümüze koyuyor. Dizi; Müslüman, Türk, Ermeni, Rum, Musevi kadınlarının, kısaca Osmanlı kadınlarının çoğu günümüze ulaşmamış roman, şiir, hikâye, polemik ve tartışmalarını canlandırmayı hedefliyor. Şimdilik elimizdeki dört kitap, diziye başlangıç olarak seçilen Nezihe Muhiddin'in eserlerinden oluşuyor. Nezihe Muhiddin, ilkgençlik yıllarından itibaren siyasi ve sosyal konulara, kadınlık durumuna duyarlı olarak yetişmiş, II. Meşrutiyet'ten Cumhuriyet yıllarına uzanan yaşamı boyunca mücadeleyi bırakmamış bir düşünür, eylemci, yazar, Osmanlı-Türk kadın hakları savunucusu. Yüzyılın başında anıldığı adıyla 'edibe-i şehire' ya da kendisi hakkında ilk kapsamlı araştırmayı ortaya koyan Yaprak Zihnioğlu'nun deyişiyle 'enfusi şahsiyet'. Muhiddin, ne yazık ki çalışmalarıyla da kurgu eserleriyle de çok geç tanıştığımız bir isim. 'Türkiye'de kadınların hazıra konduğu, haklarının Cumhuriyet idaresi ve Atatürk tarafından verildiği' söylemi resmi ağızlarda ve her seçme-seçilme hakkı yıldönümünde tekrar tekrar dillendirilirken, ömrünü kadın hakları mücadelesine vermiş olan Nezihe Muhiddin'i bu kadar geç tanımış olmak ne büyük kayıp.
Kadın hakları aktivisti 1889'da dünyaya gelen Nezihe Muhiddin'in ilk makalelerinin gazetelerde yayımlanması, öğretmenlik yapmaya başlamasıyla aynı yıl olan 1909'a denk geliyor. Muhiddin yazmaya başladığı andan itibaren 1930 yılına kadar kadın hakları için yürüttüğü etkinliklere hiç ara vermiyor. İlk romanı Şebâb-ı Tebah'ın (Harcanan Gençlik) 1911'de yayımlanmasının ardından üç yüz kadar öykü, piyes, operet ve senaryoya imza atıyor, 1925'te Kadın Yolu dergisinin yayın yönetmenliğini üstleniyor. Muhiddin'in kadın hakları için kolları sıvadığı örgütlü mücadelenin köşe noktalarında; 1913'te kurulan Osmanlı Türk Hanımları Esirgeme Derneği, 1923'te kurucuları arasında bulunduğu Kadınlar Halk Fırkası ve 1924'te Türk Kadın Birliği yer alıyor. Nezihe Muhiddin, hem Osmanlı kadınını sivil yaşama dahil etme mücadelesinde, hem de Cumhuriyet rejimiyle birlikte siyasal haklar için mücadele eden kadın hareketinin öncüsü olarak göze çarpıyor. Muhiddin'in Osmanlı'yı Batı'nın ilerici yönüyle geliştirip ama mutlaka Batı'dan bağımsız olarak tasarladığı ve kadınları çıkarcı Avrupa ile mücadeleye çağırdığı dönemlerden, Cumhuriyet rejiminde kadının siyasi varlığı için çabaladığı döneme kadar uzanan düşünce dünyasında derin bir yolculuğa çıkmak için şüphesiz en güzel adres Yaprak Zihnioğlu'nun Kadınsız İnkılâp isimli çalışması olacak... Muhiddin'in siyaset sahnesinden nasıl silindiğini, roman ve öykülerinde yer yer karşımıza çıkacak milliyetçi söylemin hangi düşünce yapısından kaynaklandığını da burada bulmak mümkün. Bu üretken ve mücadeleci kadının Mor Dizi tarafından günümüze aktarılan kurgu dünyasına geçmeden önce, 'edibe-i şehire'nin yaşamının 10 Şubat 1958 günü İstanbul'da yalnız olarak bir akıl hastanesinde sona erdiği bilgisini de not düşmek gerekiyor...
Tüm kurgu eserleri bir arada Mor Dizi'nin kadın tarihine olduğu kadar edebiyat tarihine de büyük bir katkı olarak tanımlanabilecek çalışmasının ilk üç cildinde Nezihe Muhiddin'in romanları kronolojik bir sıralamayla sunuluyor. Son cilt ise yazarın makale, deneme, hitabe, edebiyat ve sanat üzerine yazıları ile Türk Kadını isimli eserine ayrılmış. Nezihe Muhiddin'in eserlerinin yer aldığı derleme her şeyden önce, Osmanlı-Türk kadın hareketinin öncülerinden olan bir ismin dünyasını yansıttığı için değerli. Muhiddin'in kadınları toplumda görmek istediği yer, kadın-erkek ilişkilerine bakışı, aşkı ve sevgiyi yorumlayışı, imparatorluktan cumhuriyete geçişte toplumda yaşanan sancılı dönüşümün kadınlar ve erkekler üzerindeki etkileri, yazarın roman ve öykülerinde karşımıza çıkıyor. Muhiddin'in kahramanları yaşadıkları dönemin koşullarını kusursuz biçimde yansıtıyor. Ve bu kahramanlar, Muhiddin'in çağdaşı yazarların yarattıklarının aksine cinselliklerini, iç dünyalarında ve dışarıda yaşadıkları şiddeti çekinmeden aktarıyor, okuyucuya. Muhiddin'in romanlarında aşklar kimi zaman klasik bir romantizm tadında yaşanıyor. Okuyucu imkânsız aşkın, birbirine kavuşamayan bedenlerin acısını görmeye hazırlanırken, kendi bedenine tam anlamıyla hâkimiyet kurmuş genç kadınlarla karşılaşıyor. Genç kızlar sonuçlarının kabul edilemez olduğunu bile bile cinselliklerini yaşamaktan çekinmiyorlar. Ancak Muhiddin'in özgürlüğü bir şekilde tatma fırsatı sunduğu genç kadınları, önünde sonunda 'gerçek sevgi'yi bularak, huzurlu aile ortamında çocukları ve onları 'gerçekten' seven eşleri ile mutlu yaşamlarına devam ediyor. Muhiddin'in Cumhuriyet'ten sonra yazdığı Ateş Böcekleri ve Güzellik Kraliçesi, bireylerin toplumsal değişim karşısında dengelerini kaybetmelerini ve yaşadıkları psikolojik şiddeti anlatıyor. Her iki romanda da kadın karakterler aracılığıyla Muhiddin'in feminist düşünce yapısından belirgin izler çıkıyor karşımıza. Güzellik Kraliçesi'nin Belgin'in düzenli yaşamının, ilk başlarda kendisinin dahi kabullenmek istemediği 'güzelliği' ile nasıl sarsıldığı anlatılırken, kadın bedeninin tarihin her döneminde 'güzellik' sıfatıyla derecelendirmesine ve bunun psikolojik sonuçlarına göz kırpıyor, Muhiddin. Ateş Böcekleri'nin iyi aile kızı Hacer ise ülkenin ilk kadın avukatı olarak, müstakbel kayınbabasının ilk zamanlar kendisiyle geçtiği dalgaya inat, yine yazarın görmek istediği eğitimli ve güçlü Türk kadını olarak karşımıza çıkıyor. Nezihe Muhiddin'in Osmanlı yaşamını konu alan romanlarında ise kadına uygulanan ve kaynağı eski gelenekler olarak gösterilen cinsel ve psikolojik şiddetle yüzleşiyoruz. Ancak yazarın, Osmanlı konaklarında cinsel ve fiziksel şiddete maruz kalan karakteri, satıldığı konakta Paşa'nın gözdesi olan Zeynep bile (Benliğim Benimdir) benliğine sahip çıkmaktan ve isyan etmekten geri kalmıyor. Muhiddin'in romanlarında göze çarpan bir diğer farklı noktaysa, yazarın feminist bakış açısına rağmen, vatan savunması söz konusu olduğunda cinsiyetçi bir söylemi sahiplenmiş olması. Yaprak Zihnioğlu, Nezihe Muhiddin'in milliyetçiliğinin saldırgan olmaktan çok savunan olduğuna dikkat çeker. Bozkurt isimli eserde, köyünden İstanbul'a göç eden ve burada yoksulluğun türlü yüzüyle karşılaşan küçük Mehmet'in öyküsü, yavaş yavaş bir kahramanlık destanına dönüşüyor. Askerlere 'Piç gâvurdan intikam alması' telkin ediliyor. Muhiddin'in vatan savunması söz konusu olduğunda başvuracağı orduyu, şehitliği, şehit analığını yücelttiği şovenist dil onun milliyetçi düşüncelerinin ürünü olarak satır aralarında yerlerini alıyor. Muhiddin'in düşünce ve duygu dünyasını yansıtan kurgu eserler, onu çok iyi tanıyan bir araştırmacı-yazarın, Yaprak Zihnioğlu'nun yönetmenliğinde ve Türkçe olarak elimizde. Nezihe Muhiddin'i ve eserlerini tanımak, geriye dönüp kendi tarihini eşelemek isteyen her kadın için önem taşıyor. Darısı Mor Dizi aracılığıyla tanıyacağımızı diğer kadın yazar ve düşünürlerinin başına... / B.Ç.


NEZİHE MUHİDDİN & BÜTÜN ESERLERİ 4 Cilt Kitaplar Kitap Yayınevi tarafından yayımlanmıştır ve her biri 30 YTL'dir

'bu kadın benim kahramanım!' serisi, numero 2: Prof. Dr. Türkel Minibaş - Bizim Türkel hocamız...


ardından dizilmiş en güzel sözcükler, canımın içi cemran'ım yazdı...


Sahnemizin Kraliçesi’ne…


Güneşli, parlak bir şubat soğuğunda gitmeni nasıl yakıştıramadıysa kimse sana; hırçın, lodoslu bir Cunda öğlenini de öylece yağmurla seyrederek durduk başucunda. Şaşkın, inanmamaya hevesli... Öğrencilerin, sevdiklerin, dostların, ailen, tanıdıkların ve tanımadıklarınla iliklerimize kadar ıslandık ama bırakıp gidemedik seni. Ardında her birimizde öylesine ağır bir vefa bıraktın ki inan ne hissedeceğini bilemiyor insan. Emeğin gücünün bu kadar ağır gelmesi ve seni tanımanın şansının bu kadar coşku verici olması…bu iki duygu öylesine baskın ki. Biri diğerinin gücünü dengeliyor. Sana yakışırdı böylesi duygu coşkunluğu. Ne kadar hüzünlü ve acı yüklüyse bir o kadar umutlu. Sevgili Hocamız, acı büyütüyormuş insanı. Giderayak senden aldığımız en büyük ders bu oldu herhalde. Seni kaybetmenin ardından duygularımızı tarttığımızda en baskını “gurur” duymak. İktisat Fakültesi’ni en anlamlı kılan bodrum katındaki İktisat Sahnesi’ne tesadüfen adım atan her birimiz için tanışma toplantısında tek kaşını kaldırarak konuşan gri-mavi gözlerini koca koca açan ve kocaman gülümsemesiyle farklı bir kadını tanımak oldu. İçinde öğrencilik yıllarından kalan tutkuyla İktisat Fakültesi’nde bir tiyatro kulübünün kurulmasına yol açtın. Ardımızda dört yılı bırakıp sadece dümdüz bir öğrenci olarak ayrılmadıysak o okuldan bunda katkın büyüktür. Sahneye koyduğumuz oyunun masa başı tartışmalarından, ilk genel provada heyecanına; acımasızca eleştirilerinden kostüm olarak gardırobundan seçip getirdiğin elbiselerine o tiyatro kulübünün en eski emekçisi oldun. Tiyatro kulübünden mezun üç beş kişiyken Cemiyet’in bünyesinde KATİT (Karıncalar Tiyatro Topluluğu) olarak varlık göstermeye başladığımızda artık daha çok yanımızdaydın. Bu sefer sadece danışmanlığınla değil bilge dostluğunla yaşamımızın vazgeçilmeziydin. Yıllar geçiyor biz büyüyor, şahitliğinle evleniyor kendi yuvalarımızı kuruyorduk.Başka hocalara hiç benzemeyen Türkel hocamız…O bodrum katını anlamlandıran buranın ne kadar özel bir yer olduğunu kulaklarımıza kazımandı. Seninle gurur duyuyoruz hocam, Üç gün öncesine kadar gazetedeki yazını okumuş olmaktan, seni son dakikaya kadar her defasında makyajlı, özenli, renkli görmekten. Kemoterapi seanslarının ertesi günü okul yolunu tutmandan. Öğrencilerinin tezlerini ağrılarına, duyduğun dinmez acılara rağmen defalarca okumandan. Üzerine notlar alıp bizi acımasızca eleştirmenden. O gülümsemenin yüzünden hiç eksik olmamasından. Ziyaretine gelen herkese “beni çok mutlu ettiniz” deme inceliğinden. Onların gönlünü giderayak hoş tutmandan. Evinde bize yaptığın yemeklerden, dostluğundan, öğütlerinden, hangi siyasetten olursa olsun öğrencilerinin yanında olmandan, her zaman muhalif olmandan, kırmızı şallarından, tiyatro sevdandan ve danışmanlığından. Sıkıcı iktisat konularını bile hayatla, edebiyatla somutlaştırmandan…Biz seni tanımış olmaktan, öğrencin olmaktan çok gurur duyuyoruz hocam.Şimdi bir yanımızı eksik bırakılmış hissediyoruz. Susam sokaktan geçerken camını tıklatacağız, sen evde yokken küçük hediyeler bırakacağız kapına. Her genel provada Türkel hocaya ne zaman oynasak diye tartışacağız. Okuma grubumuzun notlarını seninle paylaşacağız. Filmleri, izlediğimiz oyunları sana anlatacağız. Romanları, en çok da şiirleri sana okuyacağız…ama tüm bunlar için Cunda’ya düşecek artık yolumuz. / Cemran Anıl Öder, 2009

'bu kadın benim kahramanım!' serisi, numero 1: Suat Derviş - Baş eğmeyen kadın


tanışmamızın ardından bakalım neler yazmışım, bir vakitler...


Baş eğmeyen kadın...


Yaşamdan keyif almayı, mücadeleyi ve umut etmeyi bilmek... Üstelik bunları yaşamın son dakikalarına kadar hem bizzat yaşayarak, hem çevredekilere hissettirerek, bolca da sözcüklere dökerek gerçekleştirmek. Hakkında yazılanları okuyan hemcinslerinin içinde kıpırdanmalara neden olacak bir yaşam bırakmak ardında. Ve kendine yakışan çeşitli sıfatlarla anılmak: Efsane, baş eğmeyen, öncü kadın... Bahse konu olan, 1901'in İstanbul'unda gözlerini dünyaya açan, döneminin ve ülkesinin sınırlarını aşaran bir kadın: Suat Derviş. Osmanlı'nın son yıllarından 1970'lere uzanan yaşamında bıraktığı izlerin en hatırda kalanı, otuza yakın roman ve çok sayıda hikâye, çeviri ve eleştiri yazısı arasında en öne çıkanı, beyazperde de iki ayrı versiyonu bulunan Fosforlu Cevriye. Ancak Suat Derviş, yalnızca Fosforlu Cevriye ve edebiyat çevrelerinde dikkat çeken diğer eserleri yaratan kadın değil, Türkiye'nin sol mücadele tarihinde de öne çıkan kadın karakterlerden biri. Suat Derviş'i bize tekrar hatırlatan, Liz Behmoaras'ın kaleminden çıkan Suat Derviş-Efsane Bir Kadın ve Dönemi adlı kitap oldu. 

Behmoaras'ın akıcı ve lezzetli anlatımı, okuyucuyu, Osmanlı'nın son, Cumhuriyetin ilk yıllarının önde gelen kadın gazetecilerinden, 30'lardan itibaren ise faal bir solcu, aynı zamanda da üretken bir romancı olan Derviş'in yaşadığı dönemlerin ve mekânların içine çekiyor. Suat Derviş'in çocukluk ve ilkgençlik yılları, batılı değerleri sindirmiş, kızlarını eğitim ve sosyal yaşamdan mahrum etmeye hiç niyetli olmayan bir ailenin ferdi olarak geçer. Evde alınan temel bilimler, Fransızca, Almanca, edebiyat, müzik eğitimini 1914'e gelindiğinde Kadıköy Numune Rüştiyesi'nde sürdürür. Birinci Dünya Savaşı'nın son dönemlerinde Suat Derviş ilkgençlik yıllarını sürmekte, vaktinin büyük kısmını yakın arkadaşı Nâzım Hikmet'le geçirmektedir. Nazım Hikmet'in, Suat Derviş'e ithaf ettiği şiiri de (Gölgesi) dikkate alan Behmoaras'a göre bir gençlik aşkıdır aynı zamanda aralarındaki...

İki gencin dostluğu sonraki yıllarda da kopmayacak, Türkiye Komünist Partisi (TKP) bünyesindeki çalışmalarda bir arada olacaklardır. Nâzım Hikmet'in, şiirinde 'başı eğilmez' diye tanımladığı kadına yaptığı küçük bir sürpriz, Suat Derviş için bir ilke de neden olacaktı. Nâzım Hikmet, 1920 yılında, Suat Derviş'in 'Hezeyan' adlı şiirini arkadaşından habersiz olarak Alemdar gazetesine verir. Şiir yayımlanır. Suat Derviş'in kısa bir süre önce de müstear isimle, İleri gazetesinde bir makalesi yer almıştır ancak Babıali'ye girişi Nâzım Hikmet'in yayımlanmasına sebep olduğu şiirin açtığı yoldan olur. Suat Derviş böylece coşkusu, yazma ve üretme azmiyle, daha çok erkek adımlarına alışık olan Babıali yokuşunun gediklilerinden biri olur. Yazın yaşamının ilk ürünleri İleri, Alemdar, Ümid ve İkdam gazetelerinde yer alır. Derviş gazeteciliği ve romancılığı uzun yıllar bir arada götürür. Behmoaras'ın aktardığına göre sorulduğunda, gazeteciliğin kendisini hayatın gerçekçiliğiyle yüz yüze getirerek, romancılığını beslediğini söyler. Bir yandan da sık aralıklarla romanları basılır. Kara Kitap, Hiç Biri, Ne Bir Ses Ne Bir Nefes, Buhran Gecesi, Fatma'nın Günahı ilk sırayı alan romanlarıdır. 

Derviş'in 1930'lara kadar yazdıkları kendi yaşamından izler taşıyan, toplumsal yaşamı kadın kahramanlar üzerinden anlatan, bireysel acılara, aşklara yer veren eserlerken, 1930'ların ikinci yarısından sonraki çalışmalarında 'toplumcu gerçekçi' bir çizgiye yaklaşarak sınıfsal meselelere, düzenin problemlerine, adaletsizliklere eğilmeye başlar. Siyasi görüşlerinde dönüm noktası olarak tanımlanabilecek ilk Sovyetler Birliği gezisi de bu döneme rastlar. 1937'de Tan gazetesi için gittiği Sovyetler Birliği'nden dönüşte yayımladığı röportaj dizisi Derviş'in 'kıpkızıl komünist' olarak damgalanmasına ve gazeteden ayrılmak zorunda kalmasına neden olur. 1944'te yazdığı 'Neden Sovyetler Birliği'nin Dostuyum?' adlı incelemesi ise Derviş'in uzun yıllar gazeteci olarak iş bulmakta zorlanmasına neden olacaktır. O zamana kadar Babıali'nin başarılı muhabirlerinden biri olan, kısa süren üç ayrı evlilik deviren Derviş'in yaşamından 1940'larla birlikte, son yıllarına kadar sürecek siyasi mücadele dönemi başlar.

Son anlarına kadar yanından ayrılmadığı eşi, son aşkı, TKP'nin teşkilat sekreteri Reşat Fuat Baraner'le parti çevresinde çıkardıkları yayınlarla, sanat ve edebiyat çevresinden dostların da katkısıyla (Rasih Nuri İleri, Hasan İzzettin Dinamo, Neriman Hikmet, Arif ve Abidin Dino kardeşler, Mihri Belli) yürütülen siyasi mücadele sürdürülür. Dönemin aydınları komünist avlarından nasiplerini alırken, eşi Reşat Fuat Baraner'in payına düşen de iki ayrı tevkifat sonucunda 1961'e kadar hapis yatmak olacaktır. Kocasıyla birlikte tutuklanan Derviş, kardeşi Ruhi Dervişoğlu'nun eşi Neriman Dervişoğlu'na göre bir süre göz altında tutulur. Çiftin yakın dostu Rasih Nuri İleri'ye göreyse sekiz aylık bir tutuklama döneminin ardından serbest bırakılır. Reşat Fuat Baraner'in 'içerdeki' yılları için Suat Derviş açısından önce sıkıntılı sonrasındaysa üretken bir dönem denebilir. Sol görüşleri nedeniyle gazeteci olarak iş bulamayan Derviş'in, bu yıllarda en çok ses getiren romanlarından Fosforlu Cevriye başta olmak üzere, çok sayıda romanı (Biz Üç Kardeşiz, Kendine Tapan Kadın, Zeynep İçin, Çılgın Gibi) gazetelerde tefrika edilir. Bu dönem içinde yıldızının asıl parladığı ara ise ablası Hamiyet'le birlikte bir süre kaldıkları Paris'te, edebiyat çevrelerine sağlam bir giriş yapması olur. İki kız kardeş, Fransız Komünist Partisi'yle olan ilişkileri aracılığıyla Fransa'da ilerici sol entelektüel ortama girer. Derviş'in imzası Europe dergisinde Maksim Gorki, Virginia Woolf, Aragon gibi isimlerle yan yana yer alır, Fransızca, Bulgarca ve Rusçaya çevrilen romanlarınaysa (Zeynep İçin/Le Prisonnier d'Ankara ve Çılgın Gibi/Les Ombres du Yali) methiyeler dizilir. Suat Derviş, ömrünü 23 Temmuz 1972 'de tamamladı. Hakkındaki incelemeler ve kadın meselesi hakkında yazdıkları onu tam olarak bir feminist olarak tanımlamaktan uzak olsa da yaşamına göz atacak her kadının içinde, yazının başında sözü geçen kıpırdanmaları hissettireceği rahatça söylenebilir. Bu efsane kadının yazı makinesi başında, gazete ve dergi bürolarında ya da koyu sohbetlerde geçen uykusuz ama verimli gecelerine tanıklık ederken, yazının ve mücadelenin kadına nasıl da yakıştığını hissetmemek elde değil. Gönül ister ki, Suat Derviş'in tutkulu yaşamını usta ellerden çıkacak bir çalışmayla, beyazperdede izlemek mümkün olsun... /B.Ç.


SUAT DERVİŞ Efsane Bir Kadın ve Dönemi Liz Behmoaras, Remzi Kitabevi, 2008, 328 sayfa, 15 YTL.