26 Eylül 2010 Pazar

yeni birseyler oluyor


geçende durup dururken fark ettim, son bir yıldır yaptığım bir dolu şeyi, ondan önceki yıllarda yapmadığımı. Eveligün anneme doğru yanaşırken, elimde bir bardak soğuk süt; "30'umda süt içmeye başladım ben de ha..." deyiverdim. Üst üste satın aldığım bir kaç topuklu ayakkabı da gözümün önünden tıkır tıkır geçince, evet itiraf ediyorum; "Noluo lannn!" durumu oldu. Önceki gün de takside giderken bir baktım bir liste yapmışım, Yıldız-Metrobus arasındaki mini yolda. 30'la gelenler oldu listenin adı. Ama bir dakika, bunun 30'a girdim, amanin da yaslaniyorum kırışıyorum mızırdanması olmadığını kalıncana fosforlayayım ki yanlış anlaşılmalar olmasın. İşte son bir yılın / bir buçuk da olabilir 'yenilik' bilançosu:

* Yıllardır istediğim fotoğraf derslerini aldım
* Ne hikmetse tırnaklarımla boğuşmaktan bıkıp manikür - pedikür yaptırmaya başladım
* Düzenli spora (evet bir ara yine vardı aslında ama...) - yüzmeye- başladım
* Topuklu ayakkabı satın almaya başladım, ömrümün en yüksek topuklu ayakkabısını geçtiğimiz ay aldım ve işe bile giydim...
* Bir süredir her gece süt içiyorum
* İlk defa bu sene ciddi ciddi ehliyet alma planları yapmaya başladım, ilk kez ciddi ciddi araba almayı hayal eder oldum.
* Yemek yapmaya, tarif toplamaya daha bir meraklı oldum. Canım sürekli yemek pişirmek istiyor.
* eeeehmm e tabii tum bunlar olurken nişan yuzugu tasimaya da baslamis olmam var.
Sanki daha bile coktu ama bunlar cikti simdilik. oh oh suyundan da...

12 Ağustos 2010 Perşembe

Patlıcanlı salataya takıldım!


Herşey 'yaz sıcaklarında ne yesek de midemize oturmasa' temalı bir haber hazırlarken başladı. Ne zamandır mutfağa girdiğim aralarda dilimin ucundan geçen yemeklerin en idea
l tarifleri için yemek blogları arasında gidip geliyordum. En son Cafe Fernando'dan Cenk Sönmezsoy'un basitçe yapılan (ama çok limon gidiyor!) naneli limonatasını denemiştim. Pek de güzel oldu. 3 gün arayla 2 kere tazecik ve lezzetli limonatalar yaptım; kendime, teyzeme ve sevgilime.
Dün yemek yazarlarından yazlık yemek görüşleri toplarken, daha önce Şerbet ve Hoşaf kitabı hakkında yazdığım ve yazı üzerine mailleştiğimiz öykücü&yemek yazarı Elif Ayla kendi patl
ıcan salatası tarifini verdi.
Daha yazıya dökerken bile ağzımı sulandırdı tarif, ilk fırsat olan bu gece de uygulamaya koyuverdim. Burayı ne zamandır üşengeçlik sardığından, patlıcan salatamı ölümsüzleştirdim. Tataaaa, ve işte şimdi burada.














Bendenizin yemekle mesaisi biraz ters. Zorundan başlamış bulundum. Kendi başıma - anne
mden aldığım tarifle tabii - birkaç kez üst üste anneminkine bir tık kalmış sumaklı geleneksel Mardin dolması (koca bir tencere hem de) yapmışlığım var. Sonra zeytinyağlı sarma. Öncesinde bol bol kısır, bilimum makarna ve çeşit çeşit salatalar. Çok da iddialı olmayan pilavlar ve birtakım basit tavuk yemekleri... Daha basitçene, herkesin şıppadanak yaptıklarıylaysa fazla mesaim olmadı.
Velhasıl-ı kelam Elif Ayla'nın basit tarifini 25 dakikada falan tabağa kondurdum. Kendim için iki patlıcanı yıkayıp kurulayıp, iyice ısınmış teflon tavada 20 dakika kadar, ara ara çevirerek közledim (Ocağın batmaması için bu da Elif Ayla'nın taktiği). O esnada bir
yeşil biberi doğrayıp, yağda çevirmeye başladım. Üstüne iki domatesin küp küp doğranmış halleri. Domatesli sos piştiğinde, patlıcanlar da közlenmişti. Soyup küp küp doğradığım patlıcanların üstüne sosu sıcacık döktüm, üzerine de soğan parçacıkları... Biraz zeytinyağı, biraz da nar ekşisi.
Patlıcan salatama marul-salatalık-nane üçlüsünün Woltran'ı oluşturduğu yeşil salatam ve içine birkaç yaprak nane (ferahlatıcı etki!) atılmış buzlu suyum eşlik etti.
Karnım doydu, artık Mad Men'im ve karpuzumla baş başa kalabilirim!

22 Haziran 2010 Salı

Olamadık Nişantaşı kızı!






Nişantaşı'nı pek bilmem, eciş bücüş sokaklarına da bayılmam. Moda, Çengelköy ve dahi Cihangir'i bile tek geçerim de Nişantaşı'na isminin nostaljisinden gayrı sempati beslemem, besleyemem. Ferah Maçka caddeleri, belki... Beşiktaş'a yanaşan Teşvikiye - Topağacı'na da laf söyletmem. Ama bir zamanlar krema kıvamındaki apartmanların dizildiği güzelim 'Nişantaş'ı nasıl severim, sokaklarından şöyle bir kendinden emin yürüyemedikçe...


Bende mi yamukluk bilmiyorum ama şöyle bir hadise geçti başımdan geçen hafta. Kırk yılda bir yaşanacak özel bir gün vesilesiyle, pek de ayıla bayıla olmadan düşüp yollara o mağaza senin, bu dev alışveriş merkezi benim, o bıdık butik de benim falan diye kapıları aşındırmaya başladım. Elimden gelmiyor ki dikivereyim, ah benim beceriksiz ellerim... Neyse efendim, saldım kendimi Rumeli Caddesi'nden aşağı, sağlı sollu pullu payetli parlak yeşillerden, morlardan, 'Gece mavisiyim ulen bennn' diye bağıran mavilerden, 'tuvalettt tuvalettt' diye çığıran kırmızılardan kaça kaça uzaklaştım, içinde anadilin en doğalından Arapça olduğu dükkanlardan. Valikonağı'na yaklaştıkça Nişantaşı daha bir Nişantaşı oluyordu. Dirsek hizasında taşınan çantalar, fönlü sarı saçlar, bolca fondoten, kıvıra kıvıra konuşan parlak dudakların arasında; kimbilir hangi pasajdan alınmış süklüm püklüm siyah penye elbisem, bilgisayar yorgunu sırtım, uykusuzluktan pörtlemiş gözlerimle ben, sokaklarda batmadım göze. Yok. Batmam için nam-ı almış yürümüş mağazalarına girmem gerekti. Pek nezih yerli markalarımızdan Roman'ın Nişantaşı mağazasında, belki şu ailenin pek önem atfettiği özel güne uygun sempatik birkaç parça kumaş bulurum diye bulunuyordum zaten. Aslında neyi anlatacağım ki, mağaza görevlilerinin görüş alanına giremedik bir türlü. Umutsuz bir Beşiktaş kadını olarak, internette görüp de "Şunu alsam da bu eziyet bitse" diye düşündüğüm modelin mağazada olup olmadığını bile öğrenmek kolay olmadı, ortalıkta dolanan bol miktarda satış görevlisine rağmen. Arkamdan içeri giren 'küçük Bihter'lere "Aman efendim, paşam efendim, aman da nasıl da zayıflamışsınız efendim"li girizgahlar yapan, kim bilir benim gibi sırt ağrısı, uykusuzluk, yorgunluk gibi mesai arazlarından muzdarip hemcinslerim, benim düşen yüzümü, zavallı denemelerimi pek fark etmedi. İçimden "N'olur buradan bir şey beğenmeyeyim de almayayım" diye kendi kendime içlenmem de çocukcaydı belki ama yine de oradan birşey alsaydım içimde kalacaktı muhtemelen.


Olmadı, 'Nişantaşı kızı' olamadık! Bihter'lere, Firdevs Hanım'lara toslamamaya dikkat ederek yavaşşşca indim yokuşu, Maçka'dan Akaretler'e, eskilerin yerini Al-Jamal'lara, W'lara bıraktığı ışıltılı caddeye oradan da hemencecik börekçinin önündeki otobüs durağından kıvrılıp, Beşiktaş Çarşı'ya doğru...

18 Nisan 2010 Pazar

'Özgür olmak istiyorum!' - Korkoro






Muhteşem görüntüler, baş döndürücü kamera hareketleri, bir Çingene aileyi kendine aile olarak seçen, vicdanın vücut bulmuş hali, bir küçük çocuk, 20 kişilik Çingene ailesini kurtarmayı, ne pahasına olursa olsun becermek isteyen, vicdanın ve insan olmanın iki vücudu daha...

Taloche'nin toprakla, yaprakla, yağmurlar, çalı çırpıyla bir olan özel dünyasına dalabilmeyi başarmak bile başlı başına bir serüven.
Gerisi? Çingeneler'i kötü, habis, uğursuz belleyen köylüler, daha da fenası bu gezgin halkın en birinci özgürlüğünü, gezginliğini bürokrasiye (kartlar ve damgalar) bağlayan sonra da yollara düşmelerini engelleyen yasalar çıkaran 1940'ların Fransası'sı. Bitmedi, en fenası Yahudiler'in yanısıra eşcinseller ve Çingeneler'e de bir dizi fenalığı uygun gören Nazi Almanya'sı...

Tony Gatlif'in son şahikası Korkoro'yu (Özgürlük) geçtiğimiz hafta gördüm, Film Festivali'nde. Sinepop'ta.
Gatlif anımsatıyor: Çingeneler ırkçılık ve faşizmle ilk olarak 1910'larda karşılaşıyor. Tüm Avrupa’da ‘antropometrik kimlik kartları’yla dolaşmak zorunda kalıyorlar. Göçebeliği yasaklayan Vichy yasaları ardından da İkinci Dünya Savaşı ve artan baskılar geliyor. Çingeneler'i anlatmasına doyamadığımız Gatlif, yirminci yüzyılın ilk 50 yılını Roman tarihinin en kara dönemi olarak tanımlıyor. Filmde 'kapatılma' tehlikesiyle yaşayan, bir kampa hapsedildiklerinde Çingene halkından yüzlerce aileyle birlikte gördüğümüz Taloche ve ailesinin 'gerçeğinin' yolu bir Nazi toplama kampında sona ermiş...

Korkoro, Çingeneler'in özgürlük, yaşam, nefes alma anlayışını, inancını öyle pürüzsüz bir şekilde nüfuz ettiriyor ki içimize... En çok 'Özgür olmak istiyorum' diye ağıt yakarcasına, Fransız hükümetince kapatıldıkları kampta bağıran Çingene'nin sesi çınlıyor kulaklarımda. Bir de filmin başta Les Bohemians olmak üzere şahane müzikleri...
Sinepop'tan çıktığımda ve hatta daha filmi izlerken, Ayşegül Devecioğlu'nun Ağlayan Dağ Susan Nehir'i düştü aklıma sık sık... Geçen yaz okumuştum, Çıralı'da portakal ağaçlarının kapladığı bir şirin bahçede. Fosforladığım cümleleri buldum, Sinenop'tan eve döner dönmez:


"Yol yorgunudur Çingeneler. Yerleşikliğin imkansız olduğunu bilir, yerleşik hayatı kekeleyerek yaşarlar."


"Tanrıların korktuğu bu çocuklar gerçekten kara topraktan yaratılmıştı. Ateş hırsızından bu yana tanrıları bir tek onlae şaşırtmıştı. Evlerden, eşyalardan, mülklerden, bayraklardan, kitaplardan, banka hesaplarından, inceden inceye hesaplanan güvenli gelecek düşlerinden çatılmış dünyayı çıplak ayaklarının altında çiğniyorlardı; bacası tüten, güneşi parlayan çocuk resimleri gibi acemice çiziştirilmiş hayalleri buruşturup atıyor,ne cennetle ödüllendirilebiliyor, ne cehennemle korkutulabiliyorlardı. Anı doludizgin yaşıyor; isteklerini ve umutlarını o anın avuçlarına teslim ediyorlardı; çıplaktılar, umutsuzdular, inatçıydılar. Baş eğmiyor, ele avuca sığmıyorlardı; geleceğe inanmadıklarından tanrılara ihtiyaçları yoktu, şimdiki zamanda savrulan hayatları kaderin ta kendisiydi."


Ne yazık ki Ayşegül Devecioğlu kadar güzel kelimelerim yok; dünyanın her bir noktacığını toprağı, yurdu bilmiş bu güzel halk için. Vapurdan çıkarken ayağında pembe 'kız' çorapları, arkasından gelen abilerinin çaldığı darbukanın ritmine uygun adım oynayan, göbek atan küçük kara oğlanın yanından geçerken nasıl da güzel güzel gülmeye başlayıp, koca koca mutluluk nefesleri aldığımı söyleyebilirim belki...
Velhasıl-ı kelam, Korkoro'yu görün, üzüleceksiniz ama özgürlüğün manasını bir tutam daha hissedeceksiniz belki de...


28 Şubat 2010 Pazar

sinemama veda

sinemama veda..
Alkazar'a veda etmek uzere yoldayken aradım sinemayı, "Ask Dersi'nin seans bilgilerini ogrenebilir miyim?" diye, "Ogrenemezsiniz efendim" dedi tel.deki ses. "Alkazar değil mi?", "Evet efendim ama kapandı." "Nasıl yani, yarın kapanıyordu ama?", telefondaki erkek sesi kinayeli bir tonla; "Dun aksam kapadılar, aceleleri v...armıs efendim, söküyorlar şu anda" dedi. Söküyorlarmış... Tam ben telefondayken, o adam bana yanıt verirken, içeride başka adamlar varmış ve koltukları falan söküyorlarmış.
Taksim'e varmadan, mahallemde, Yıldız'da indim dolmustan. Sorsa birileri, "Yo sevgilimle kavga etmedim, bir yakınımı da kaybetmedim, İstanbul'a adım attığımdn beri en sevdigim filmleri izlediğm sinemama veda edemedim, ona aglıyorum" deseydim "Deli herhalde" derlerdi kuvvetle muhtemel. Pis kapitalizm, bana öyle geliyor ki, en sevdigimiz seyleri hep sen alıyorsun elimizden...

22 Şubat 2010 Pazartesi

dun sabah

Otobüste ağlaya ağlaya dünyanın en mutsuzu-en yalnızı olduğunu düşünerek işe giderken, e5'in kenarında, bir dev binanın onunde, birgun baska bir dev binanın dikileceği, şimdilik çayırlık olan alanda gördüm: Dünyanın en mutlu ailesini. Bir adam, iki de küçük adam, bir kadın top oynuyorlardı cayırlarda. Kadının basında acık renk bir ortu, uzerinde ayak ucuna yaklasan bir yerde biten, ne tam siyah ne tam gri, adını bilmediğim bir renkte, parlak kumastan bir pardosu. Yuzlerini secemedim, arada mesafe vardı, bi de otobusun camı. Trafik sıkıstı, birkaç saniyeden cok daha uzun sure izledim aileyi. Bence ailelerdi. Civarda oturuyorlardı, pazar eglencesi icin cıkmıslardı evden. Cocuklar 'gocuklarını' giymiş üstlerine, anneleri "Güneş var ama aldatıcıdır" demiş, sonra kendi pardösüsünü almış geçirmiş, başını örtmüş sıkıca. Baba arkasına basarak geçirmiş ayakkabıyı ayağına, topu küçük oğlan alıp önden koşmuş. Güneşin altındaki yeşillikte bulmuşlar kendilerini. Banyo fayansıyla kaplı dev medya plazasına sırtlarını vermişler, başlamışlar top çevirmeye. Kaleci hangisiydi göremedim, ama anne olan küçük oğlanın ayağından topu çevirmek için can havliyle, nefes nefeseydi. Bir de sürekli gülüyorlardı galiba. Kadının pardösüsü ayağına dolanacak, düşecek sandım ama durmadan koşturuyordu evin üç erkeğiyle. Gülüyorlardı. Tam görmedim ama neredeyse eminim. Çok mutlular, yorulunca da piknik yapacaklardır ya da yapmıslardır bile. Dedim. Bu adam bu kadını seviyordur. Dedim. Dovuyor mudur da diye de geçirdim. Biraz utandım ama geçirdim işte...
Elimdeki selpak ıslanmaktan un ufak olmustu, basım agrıyordu, midem bulanıyordu, honkure honkure aglamak için bir an once inmek istiyordum otobusten, yol çalışması yuzunden milim milim ilerliyorduk. Mutlu aileyi daha cok izlemem içindi sanki hersey. Onlara baktıkca daha cok honkurmek geliyordu içimden... Daha fazla bakamadım sağıma

18 Ocak 2010 Pazartesi

Ve oyun başlıyor....




Hep aynı his. Şöyle tariflenebilir, kocaman bir inşaat alanı. Bomboş. Temel atılacak, harçlar karılacak, bir takım sütunlar direkler falan dikilecek, katlar çıkılacak, kapılar, pencereler seçilecek, takılacak, hem işlevsel olacak hem zarif, herşey. Hem samimi, hem etkileyici. Herkes çok çalışacak, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelecek ama illa ki bitmesi gerekecek. Kabası bitince inceye geçilecek, içerisi ferah ve güneşli olsun diye tatlı renkler seçilecek, boya badana... Mutfak dolapları, banyo takımı falan seçilip yerleştirilecek. Ve bütün bunlar olurken ortalık nasıl korkunç bir karışıklık içinde olacak... Sonra ama bir şekilde pırıl pırıl bir yapı olup bitecek. O dağınıklık nasıl oldu da buna döndü anlamadan olup bitecek... Ama öncesi delice yorucu; hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir dağınıklık hali...

Her seferinde gözümün önüne gelen yine belirdi. Dünya kadar iş... Oyunculuklar, reji, dekor, kime nasıl kostüm, kim dikecek, kim alacak, hangi aksesuar daha işlevsel, sahnenin neresinde ne zaman kim, ne olacak. Işık rejisini toparlamak gerek. Müzikleri aramaya en baştan başlayalım. Tahtakale yapmak lazım. En kolay taşınır, en pratik malzemeleri kullanmak şart. Broşür, afiş tasarımı bitti mi, projeksiyon görüntüleri toplandı mı, duyurular tamam mı, davet edilecekler listesi... Basın bültenleri...
Kocaman bir yığın, ortada toplanmış karman çorman halde birilerinin el atmasını ve bir şeylere dönüşmeyi bekliyor. Her seferinde aynı panik: Nasıl toplanacak herşey! İnşaat gibi işte, koca yığın önümüzde duruyor.
Koca bir heyecan. Açılmayı bekleyen rengarenk dev bir hediye paketi. İçinden neler çıkacak, şimdi bizim de haberdar olmadığımız ne fırlamalıklar sergileyecek içinden çıkanlar...
Koca bir merak. Daha olmamış bir 'şey'in nasıl bulunacağına dair.
Gözleri kocaman açtıran, hep bir ağızdan, tek nefeste bağıra çağıra konuşturan bir heves. Kendi ellerimizden çıkan kelimelerin nasıl canlanacağını bir an önce görmeye dair.
Deli işi. Deli işi ve büyük ihtimalle dünyanın en zevkli işlerinden biri.
Tamam işte, o düşündükçe yoran, 'ortalığı nasıl toplayacağız şimdi?' hissi, o pis obsessif takıntı beynimde dolanmaya başladı ya, demek ki işlerin yola girmesi yakındır.
Oyun başlıyor!!! pek yakında :)

Fotoğraf: Ayhan Bal