16 Kasım 2009 Pazartesi

Tembel yazar, özgür ruh...


Önce 'Tembel Ayaklanması' ile aylaklığa giden yollara rehberlik etti, ardından özgür hissetmenin gündelik yollarına saptı. Türkçe baskısının dumanı üstünde olan 'Özgürlüğün Manifestosu'nun yazarı, İngiliz gazeteci Tom Hodgkinson, sıkışık büyük şehirlerde bile 'özgür ruhlu, endişesiz ve mutlu' olabilmeyi anlatıyor

Kitabın ruhuna uygun bir ortamda, deniz kenarında bir kahvede sorularımı yazara yollamaya oturmuştum ki, yan masadan önümdeki kapağın altından fırladığını sandığım bir sohbete misafir oldum. Kapağında bir uçurtmanın kenarından ‘Özgürlüğün Manifestosu’ diye seslenen kitabın yazarı Tom Hodgkinson’ın kaleminden çıkanlar canlandırılmaktaydı sanki. 30’larını devirmiş, reklamcı olduğuna kanaat getirdiğim üç kişi söyleşmekte: “Kariyerin bir noktadan sonra mutlu etmiyor. Anlık hazlar veriyor. Dünya o kadar büyük, o kadar çok güzel şey var ki. Tadını çıkaramıyorsun. Güzel bir proje yapıp başarılı oluyorsun, onun bile mutluluğu bir gün sürüyor... Amerikalı bir adamla tanıştım, milyonlarca dolar kazanıyor ama bakınca yaşamlarımız aynı. İkimiz de borç ödüyoruz.”
Önümdeki kitaba dikiyorum gözlerimi, sayfa 128: “Yaşamın gelir düzeyinizle ilgisi yoktur. Her türlü gelir düzeyinde bu yaşamı yürütebilirsiniz. O özgür ruhlu insanlara ne kadar hayranlık duyuyorum! Milyonlar kazanan bir dostumla, yılda 5 bin sterlinlik geliri zor denk getiren bir başka dostumun ne kadar çok ortak yanı olduğuna inanamıyorum...”
Kim mi bu adam? Hayır, kişisel gelişim kitapları yazarı falan değil. Türkiye’deki raflara ilk olarak ‘Tembel Ayaklanması’ (How To Be Idle) ile giren, ikinci kitabı kısa süre önce yine E Yayınları logosu ve ‘Özgürlüğün Manifestosu’ adıyla Türkçe yayımlanan (How To Be Free) ve bizim henüz tanışmadığımız ‘The Idle Parent’ adlı bir üçüncü kitabı olan bir yazar. The Guardian’da yazan bir gazeteci. İki çocuk babası bir İngiliz. Kendi sebze-meyvesini yetiştiren, ukulele çalan, ulaşım için bisikleti tercih eden (Bu şekilde metrolarda insanın üstüne üstüne gelen reklamlardan da uzak kalabildiği için) bir Londralı. Ama her şeyden önce, bir ‘tembel’.
1993’ten beri ‘The Idler’ isimli bir dergi çıkarıyor. Derdi, insanların daha mutlu ve özgür hissedip, daha az sıkıcı işler yaparak yaşamdan keyif alabilmelerini sağlamak olan, bu yönde pratik tavsiyeler veren bir yayın.
‘Özgürlüğün Manifestosu’ ve ‘Tembel Ayaklanması’nı mümkünse bir hamakta ayaklarınızı havaya dikip okuyun. Hodgkinson’ın şu hayatta en azından fikren özgür olabilmenin yollarını hem pratik hem de tarihten eğlenceli örnekler ve bir dolu düşünürün sözleri eşliğinde anlatışına kulak verin. ‘Tembellik, özgür yaşamak demek, evet ama peki ne yapmalı?’ diyecekler için kitabın sonunda bir dizi ücretsiz web sitesi sıralanmakta. Güneyde bir kulübe de ihtimalleriniz arasında olabilir pekâlâ. Ama önce zihnen dip köşe temizlik yapmalı. Satırları sindirdikçe rutinleri dönüştürüp soluklanabileceğimizi, özgürlüğün esasında elimizde olduğunu fark etmek mümkün.
Tüm bunları bir hafta önce okuyor olmanız gerekirdi esasında, Tom Hodgkinson’ın tüm o özel günlere inat ilan ettiği ‘1 Kasım Ulusal Umursamazlık Günü’ne daha yakın bir tarihte. Ama en nihayetinde tembelliği şiar edinmiş bir yazar bahsettiğimiz, yanıtları gününe yetiştirmesini kim beklerdi ki!

Kendinizi ‘tembel’ olarak tanımlarken tam olarak neyi kast ediyorsunuz? Tembellik olumsuzluk atfedilen bir durum ama siz ‘uyuşuk’ manasındaki tembelden başka bir şey anlatıyorsunuz...
Evet, ‘tembel’ olumsuz anlamda kullanılan bir kelime. 1993’te bu isimle bir dergi çıkarmaya başladığımda, insanlara çok basit olarak, hiçbir şey yapmamanın da çok güzel olduğunu hatırlatmak istemiştim. Aylaklık yaratıcı, dinlendirici ve ucuzdur. Kimseye zarar vermez. Şiddet içermez. Sağlığınız ve gezegenimiz için iyidir. Halbuki aktivite, yenilik, iş... Tümü potansiyel olarak tehlikeli. ‘Uyuşuk’ kelimesini kullanmıyorum çünkü ‘tembel’ çalışma kapasitesine sahipken sadece istediği zaman çalışır. Para veya statü için bir şey yapmaz. Uyuşukluk bir tür vazgeçiş. Her gün sıkıcı işine gitmeye devam eden, rüyalarının peşinden gidemeyen adam uyuşuk değil de nedir?

Derginiz The Idler’ın insanlar üzerinde nasıl bir etkisi var İngiltere’de? 9-5 çalışan, kent insanlarından bahsediyorum.
Bir sürü teşekkür mektubu alıyorum. Yaptığımın etkisi, insanlara yalnız olmadıklarını hissettirmek oluyor. Dünyanın çılgınca bir yer olduğunu ve yaşamdaki önemli şeyleri unuttuğumuzu düşünenin, sadece kendileri olmadığını hissediyorlar. Niyetimiz, insanlara hayatlarından endişe ve suçluluk duygusunu çıkarmada, dünyayı özgür bir ruh ve neşeyle yaşamalarında yardımcı olabilmek. Dünyanın şimdiki halini 1993 ile kıyaslayınca her şeyin daha da kötü olduğunu fark ediyorum. Ama bu süre içinde özgür kalabildiğimi, başkalarına da yardımcı olabildiğimi düşündükçe, çabalarımın dünyalara bedel olduğunu düşünüyorum!

‘Özgürlüğün Manifestosu’nda 18. yüzyıl öncesine kadar can sıkıntısı diye bir kavram bile olmadığından bahsediyorsunuz. Modern zamanlarda sıkılmamak, mutlu hissetmek niye bu kadar zor?
Can sıkıntısının, hayatımıza sıkıcı işlerle birlikte girdiğini düşünüyorum. 18. yüzyıl sonlarında makineler gelmeye başladı ve işler sıkıcılaştı. Eskiden kollu aletler ve su değirmenleri vardı belki ama iş hiçbir zaman bu kadar ıstıraplı, saatler bu kadar uzun, şartlar bu kadar kötü olmamıştı. Ve buna Endüstri Devrimi dendi. Hayatı daha çekilebilir kılmak için de eğlence endüstrisi doğdu: Tatiller, lunaparklar, hayvanat bahçeleri ve müzeler, radyo, televizyon, video oyunları... Eğlenmek için para ödediğiniz şeyler. Ekonomi büyüdü çünkü insanlar ya çok çalışıyor ya da çok harcıyordu. Özgür olabilmek için çocuk bakımı, evcil hayvan gıdası, su gibi ihtiyaçlar metalaştı. Ama işinizin bağımsız ve yaratıcı olduğu bir çalışma hayatınız varsa bu tür kaçışlara daha az ihtiyaç duyarsınız. Bu da çok paraya ihtiyacınız olmaması demek. Şahane!

İki kitabınızı da okurken gerçekten rahatlıyor insan. “Daha az harcamak, daha az endişelenmek, daha mutlu hissetmek o kadar zor değil” diyorsunuz. Sonra bir bakıyorsunuz, ekstreler yığılmış. Beni örnek vaka sayın; sebzemi yetiştirmem ya da İstanbul’da bisikleti seçmem pek mümkün değil!
Herkese para harcamayı kesip sebze yetiştirmeye başlamalarını söylemiyorum tabii. Kredi kartınız olduğu ve süpermarkette alışveriş yaptığınız için tepenize binecek bir ‘tembel polis kuvveti’ de yok! Ben insanların suçlu hissetmemesini sağlamaya çalışıyorum. Endişe duygusunun altında yatanın ruhsal bir davranış olduğunu düşünüyorum.
Özgür olabilirsiniz! Hepimiz kapitalist sistem içinde yaşıyoruz, yanıtları size iMac’imden yazıyorum. Tam anlamıyla özgür olmak çok zor, ama en azından bunu anlayabilir ve aşırı çalışmaktan, aşırı borçtan, aşırı tüketimden uzak yaşamlar yaratabiliriz. Belki arkadaşlarınızla ortak bir alan kiralar ve birlikte bir bahçeye sahip olursunuz. İsterseniz her şey mümkün olabilir.

1 Kasım’ı ‘Ulusal Umursamazlık Günü’ ilan etmişsiniz. Nereden çıktı bu gün, nasıl kutlanır?
BBC Radyo 4’ün fikriydi, tüm o özel günleri hicveden bir gün. İşin aslı, bu sene 1 Kasım’ı unuttum! Ama belki de en iyisi ‘Ulusal Umursamazlık Günü’nü de umursamamak. Kutlamayı dert etmeyin!

Üçüncü kitabınız ‘The Idle Parent’ (Tembel Ebeveyn) Türkiye’de henüz yayımlanmadı. Tembel ebeveynle kast ettiğiniz ne?
Çocuklarımızın yaşamına çok fazla müdahale ettiğimizi düşünüyorum. İyi bir eğitim vermeliyiz, evet ama oyuna da zamanları olmalı. Kitabın fikri, ‘Çocukları rahat bırakın’. Bu, çocuğun kendine güveninin gelişmesini sağlar, anne-baba için de daha az iş demektir.

Yarım gün iş, yarım gün aylaklık
Bir gününüz nasıl geçiyor? Çalışmaya ve tembellik etmeye ne kadar vakit ayırıyorsunuz?
Küçük çocuklarımız var; sabah 7 gibi uyanıyoruz. 7.30-8.00 arasında hep beraber Latince dersi alıyoruz. Çok eğlenceli, zihninizi açmaya yardımcı oluyor. Latince hocamız İrlanda’dan Skype aracılığıyla ders veriyor. Çocuklar 08.30’da okula gidiyor. Çoğu sabahlar genelde 9’dan öğlen 1’e kadar çalışıyorum. Yeni kitabım ya da gazete için yazıyorum. Mail’lerimi kontrol ediyorum. Bazen de fişi tamamen çekip sadece çalışıyorum. Yazılarımı dolmakalemle yazıp sonra bilgisayara geçiyorum. Öğle yemeğinden sonra yürüyüşe çıkıyor, uyuyor ya da bahçemde çalışıyorum. Öğleden sonra 4’te çocuklar eve geliyor ve biraz Latince çalışıyoruz ama daha çok oyun oynuyor ya da yemek pişiriyoruz. Onlar uyuduktan sonra biz Victoria ile mutfakta oturuyoruz. Victoria dışarı çıkarsa ben ukulele çalıyorum, birlikteysek bir şeyler içiyoruz. 10 gibi yatağımıza gidiyor ve okuyoruz. Çok heyecan verici değil, ama böyle işte! (B.Ç.)